26.4.21

Pablo Picasso


Pablo Picasso, 1884
Malagalı Pablo

25 Ekim 1881’de Malaga, İspanya’da doğan Pablo Picasso’nun tam ismini yazmak yaklaşık iki satırınızı alıyor: Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno María de los Remedios Cipriano de la Santísima Trinidad Martyr Patricio Clito Ruíz y Picasso.

Biyografi yazarları ve Malagalılar başta olmak üzere ona kısaca Pablo Ruiz Picasso diyor. 

Ruiz ve Picasso soyadları, Malaga şehrinde aslında aynı derece önem taşıyor. 

Malagalı Ruiz ailesinin kökeni tam 15. yüzyıla kadar dayanıyor. Picasso’larınsa Malaga kolunu başlatan anne tarafından küçük Pablo’nun büyükbüyükannesi Tomasso Picasso Musante oluyor. 1880 yılındaysa, Ruizler’den José Ruiz Blasco ve Picassolar’dan Maria Picasso Lopez, Santiago Kilisesi’nde evleniyor. 

Bir yıl kadar sonraysa biliniz kim doğuyor.


Pablo Picasso’nun P harfi işli bluzu

Picasso, annesi Maria’dan meşhur soyadını, resim öğretmeni olan babası José Ruiz Blasco’dansa sanat kabiliyetini alıyor. 

Babasının ona verdiği resim malzemeleriyle Picasso, ilk iki eserini yaklaşık 1888 ve 1889 yıllarında yapıyor. İlki doğduğu ve büyüdüğü şehri anlattığı ‘Malaga Köprüsü Manzarası’ ve ikincisi de ‘Sarı Picador’ oluyor. Ama aslında bu iki resimden önce babası Jose’nin bir tablosunu kopyalıyor. Ve o tabloda da Malaga esintileri görünüyor. 

Picasso’nun Malaga sevgisini ayrıca yazdığı bazı şiirlerinde de görmek mümkün. İkinci resmi ‘Sarı Picador’ vesilesiyle de boğa güreşlerine olan büyük ilgisi açıkça gözlemlenebiliyor.


Pablo Picasso ve kardeşi Lola

Aile Meseleleri


Picasso’nun oyun arkadaşı ve can yoldaşı olacak kız kardeşi Lola, 1884 yılında dünyaya geliyor. Bu kardeşlere 1887 yılında Conchita ekleniyor. Ama ne yazık ki küçük Conchita’nın ömrü Pablo’yu ve ailesini derinden etkileyecek derecede kısa oluyor. 
Conchita 1895 yılında ailesinin La Coruña’da yaşadığı sırada kuşpalazı hastalığına yakalanıyor. Ve küçük Pablo, çocuk aklıyla, eğer küçük kız kardeşi bu hastalıktan kurtulursa resim ve çizim yapmayı bırakmaya karar veriyor. Conchita hastalığa yenik düşüyor; ve belki de Picasso’nun, hayatının sonuna kadar bırakmadan yaratacağı binlerce eser bu yüzden var…


Françoise, Claude, Paloma: Okuma ve Oyunlar II


Picasso ilerleyen yıllarında kendi ailesini de resmediyor. Bu işlerinden en meşhurları arasında iki çocuğunun annesi olan ve epey çalkantılı bir ilişki yaşadığı Françoise Gilot da var. 
Çocukları oyun oynarken, kitap okuyan Françoise’ın tasvir edildiği bu aile manzaraları, ev içini ve sıradan bir hikayeyi yüceltmesiyle 17. yüzyıl Hollandası’nın iç mekan resimlerine ya da 19. yüzyıl Alman Biedermeier resimlerine has gündelik halin ve yuva sıcaklığının birer kanıtı ve Picasso’nun çocuklarının, Claude’un yaklaşık altı yaşında, Paloma’nınsa yaklaşık üç yaşındaki halinde oyun oynarlarken resmedildikleri ana aitler.


Paloma ve Oyuncak Bebeği


Picasso’nun yaptığı Françoise tasvirlerinde yatay pozisyonunu koruyan, bazı durumlarda da daha sonra okumaya geçmek üzere yazı yazan ya da bir şey çiziyormuş gibi duran okuyan kadın imgesi, Picasso’nun annesi ve kız kardeşi Lola’nın portreleriyle başladığı ve Olga, Marie-Thérèse Walter, bizzat Françoise ve de Jacqueline’in okurken ki farklı imgeleriyle sürdürdüğü, zengin bir tematik geleneğin içinde yer alıyor.


İki Çıplak Kadın


Sarsıcı Güzellik

Geniş kitlelerin hayalinde, Picasso’yu en iyi kadınlar temsil ediyor. Picasso kadınlarda yaşama şevkini, enerjisini, iradesini ve hatta umudunu anlatıyor. 
Rus balerin Olga Khokhlova’yla evliliğinin tamamen çıkmaza girdiği 1920’li yıllarda Picasso, kendini öncü ve ilham kaynağı olarak gören sürrealist gençlerle tanışarak bir kaçış, dolayısıyla da bir özgürlük yolu buluyor. Kübizmden aldığı yeni estetiği benimsemekte gecikmiyor. 
İki Çıplak Kadın serisi, Picasso’nun yaratım sürecini yakından izlememizi sağlıyor: Figürler bulanık ilk hallerini takiben kendilerini geleneksel tasvir anlayışına, oradan da yükselen bir yapı bozumla önce biri sonra her ikisi birden sürrealist isyanı mükemmel bir şekilde örnekleyen hafifletilmiş bir sahneye bırakıyorlar. 
André Breton’un ileri sürdüğü sarsıcı güzellik, yankısını Picasso’nun Gertrude Stein’a yaptığı tanımlamada buluyor: “Benim açımdan bir tablo yıkımların toplamıdır.”



İki Çıplak Kadın


Delacroix’nın etkisiyle haremde tasvir edilen kadınlarla da ilişkilenen iç mekâna kapatılmış, şimdi sayıları ikiye düşmüş ve tecrit edilmiş, çıplak, kapalı bir odadaki bu kadınlar, bu bölümde sürrealizmin bozgunundan nasiplerini alıyorlar ve tanımını Picasso’nun, Françoise Gilot tarafından yinelenen sözlerinde bulan dönüşüme mahkumlar: “Ah! Elbette bu kadınların oraya sadece canı sıkılan birer model gibi konmadığını anlamıyorsunuz. Onlar tıpkı kafese kapatılmış kuşlar gibi o sedirlerin mahkumları. Onları jestlerin olmadığı ve bu motifin tekrarlandığı bir duruma hapsettim, çünkü zaman aracılığıyla etin ve kanın devinimini yakalamaya uğraşıyorum. Ve safi etin, ‘güzelliğin’ yarattığı kederin altını çizmek istiyorum, zamanın değiştiğini gösteren izler zafer anında bile onu telaşa veriyor.” Gravürlerinde Picasso heykeltıraş olarak karşımıza çıkıyor ve bir tür çağdaş Pygmalion oluyor; modelini gözlemlemekten önce zevk alıyor, ama sonra gözü yalnızca yapıtını görüyor. 

Yan’ın Siyah Bandı / Yan’ın küçük Başları

Picasso’nun Seramikleri

Pablo Picasso, seramik çalışmalarına 1946 yılı itibariyle başlayıp, 1973’teki ölümüne dek sürdürüyor. 
1946’da Güney Fransa’da bulunan Vallauris şehrindeki seramik festivalini ziyaret eden Picasso, burada Madoura çömlek atölyesini keşfediyor ve atölye sahipleri Georges ve Suzanne Ramié ile uzun sürecek bir dostluk ve iş ilişkisi kuruyor. Burada ürettiği seramikler Madoura etiketi ile satışa çıkıyor.

Atölyedeki işlerden ve birebir malzeme olarak çamurdan oldukça etkilenen Picasso, bu yeni sanatsal denemelerinden büyük bir keyif alıyor. Hatta atölyenin bir bölümü sanatçıya ayrılıyor. 
Picasso seramiklerinde üç boyutu keşfediyor ve biçim üzerine oyunlar oynuyor. Tabak, tas gibi işlevsel formlarla başlayan sanatçı teknik becerisi geliştikçe testi, vazo gibi formlar üretiyor.



Flütçü, beyaz toprak tabak


Yaratıcı ve oyunbaz çizimlerinde Yunan mitolojisinden figürler; baykuş, balık, güvercin, keçi gibi hayvan figürleri ve çeşitli insan yüzleri bulunuyor. 
Madoura’da geçirdiği süre özel hayatı için de önemli bir döneme denk geliyor. 
Atölyedeki ilk yıllarında Françoise Gilot’dan olan oğlu Claude dünyaya gelirken, 1961 yılında evleneceği ikinci eşi ve atölyedeki asistanlardan biri olan Jacqueline Roque ile de burada tanışıyor.

Ressam Abidin Dino (1913, İstanbul – 1993, Paris) Paris’te bulunduğu süre içerisinde Picasso ile yakın bir dostluk kurup, Madoura atölyesinde sanatçıyla birebir çalışma imkanı elde ediyor. 
Dino’nun anılarından Picasso’nun seramiğe tutkusunu şu sözlerle okumak mümkün: “Küçükken hamurdan böyle şekiller yoğurur, sonra onları mutfaktaki ocakta pişirirdim. Kimi zaman mutfağı berbat edip, aşçı kadından paparayı yerdim.”  


Faunlar ve Kadın Kentaur


Antikçağ Merakı

Picasso’nun antikçağ sanatındaki temalara duyduğu kalıcı hayranlığın köklerinde, sanatsal eğitimine, Yunan ve Roma sanatı klasik modellerinin taklidi ve yeniden üretiminin hâkim olduğu akademik ve akademiyi yücelten bir dünyada başlamış olması yatıyor. 
Mitolojideki “Üç Lütuf”, yani Zeus ve Eurynome’un kızları Aglae, Talya ve Eufrosine, Üç Yıkananlar gravüründe karşımıza suya girenlerin suretinde çıkıyor. Üç Yıkananlar, Picasso’nun bütün dönemlerinde karşımıza çıkan temalardan biri oluyor; tıpkı her zaman sanık iskemlesinde ve el altında bulunan Soytarı gibi. 
Gosol’un aşı boyalarından çıkıp ilkelcilikten geçerek, klasik dünyaya ve 50’li yıllara gelene kadar kübizmin parçalara ayırma yaklaşımı düşünüldüğünde, Yıkanan Kadınlar farklı dönemlerinde pencerelerin çoğuna yaklaşmayı biliyorlar.


Faunla Birlikte Kentaur ve Bakkha Rahibesi


Bu gravürü benzerlerinden ayıran kendine has özelliği, aside yedirme baskının rafine hatlarına, seçkin ve aristokratik çizgilere eşlik eden, tesadüf eseri ortaya çıkmış gölgeli bir katman, plakadaki kesik baskıya girmesinden hayli önce burinle açılmış olması. Arada geçen süre içinde, çinko zemin üzerinde yüzeysel bir oksit katmanı kalıyor, bu da baskıya girdiğinde puslu bir efekt, maviyi bastıran grimtırak bir his ve yaz sonunun melankolisini hatırlatan bir atmosfer yaratmış oluyor. Bu hikaye böylece yaratım sürecinin bir parçasına dönüşüyor, güzelliğin ve ışığın hakim olduğu uzun günlerin karşısına hüznü koyan bir öğe oluyor.

1930’lu yıllarda ihtiraslı kentaurlar (insan başlı atlar), 1940’larda pikadorlara, içki alemlerine, flüt çalan faunlara (keçi tanrılar) dönüşen figürler enerjik çizgilerle betimleniyor. Sanatçının, kentaurlar ve faunlar gibi klasik mitoloji kahramanlarının insan ve hayvan öğelerini aynı figürde buluşturabilmesi, muhakeme yetisini ve saf içgüdüleri birbirinin içine geçirerek, ortaya, kişisel yaşamına dair itirafların sınırına varılabilecek bir psikoloji ve psikanaliz yorumu çıkarıyor.

Şövalye ve Uşağı

Şövalyenin Yola Çıkışı

Savaşın getirdiği felaketler, gizlisi saklısı olmaksızın, ayan beyan ortada sürüp gidiyor. Tristan Tzara’nın izinde tabloyu sadece bir taslak olarak değerlendiren Picasso, çok uzun zaman kafasındaki çağrışımların etkisi altında kalıyor. Geçmişi keşfi sırasında hayal meyal görünen zırhlı şövalyeleri çizmeye devam ediyor. Bu çizimleri, zarif kenarlıklara sahip işlemeli zırhlarıyla, siperlikli tuhaf miğferlerine gömülü kafalarıyla, bir uşak eşliğinde, uzun konik başlıklarıyla bir güzelin penceresine karşı atıyla çark yapan bir şövalyeden yola çıkarak gerçekleştiriyor.
Picasso, miğferlerin karmaşık motiflerini, zırhların eklem yerlerini ve atın eyerini betimlemekten tuhaf bir zevk alıyor. Çizerken ilham kaynağından her an biraz daha uzaklaşıyor: Robot korkusu. 
Duygunun yerini mizah alıyor. Şövalyeleri ve uşakların oyununu çizmeye, resmetmeye ve gravüre işlemeye devam ediyor. 
Kahnweiler bu tuhaf geçit törenine ilham veren şeyin sadece kendi tablosu olmadığını düşünüyor. “O dönemde L’Humanité’de çıkan bir dizi Ivanhoe illüstrasyonunun da Picasso’yu bunları düşünmeye sevk ettiğinden şüpheleniyorum.” Kahnweiler mart ayında onu ziyaret etmek için Vallauris’a gittiğinde, bu sefer onu bir şövalye ve bir uşağı betimleyen “Pek Pinturicchio-vari” bir taşbaskı çizimi yaparken bulmuştu.” – Antonina Vallentin


Yola Çıkış

Şövalyenin Yola Çıkışı adıyla tanınan bu seri, kendine has konusuyla Picasso’nun grafik üretimi içinde özel bir yere sahip. 
Bir mızrak yarışına mı, savaşa mı, yoksa Haçlı Seferleri’ne mi gittiği tam olarak anlaşılmayan bir ortaçağ şövalyesinin, uşağı eşliğinde, bazı gravürlerde arkasından bir kadının ve birkaç gencin baktığı bir şehir manzarası içinde görüldüğü yola çıkış hikayesi. Şövalyelik teması, hele ki aynı konuya dair birçok çeşitleme yaptığı göz önüne alınırsa, Picasso’nun sanatında gerçekten de alışılmadık bir mesele.

Bu gravürlerdeki hayal ürünü miğferler bize, Sergei M. Eisenstein’ın Alexander Nevskiy (1938) filmindeki fantastik tasarımlı miğferlerle, o dönemde yükselen Nazizm ile dalga geçtiği etkileyici kareleri hatırlatıyor.

Vollar Portresi II, 1937

Suite Vollard

Picasso’nun, dönemin efsanevi sanat simsarlarından Ambroise Vollard tarafından sipariş edilen ve 100 gravürden oluşan bu serisi, 2008 yılında Fundacion Mapfre tarafından satın alınıyor. 
Suite Vollard, 20. yüzyılın en önemli sanat yapıtlarından biri olarak kabul ediliyor. 
Bu levhalar, Picasso’nun yalnızca bir ressam değil ünlü bir heykeltıraş, seramikçi ve gravürcü olduğunu da bir kez daha kanıtlamış oluyor.

Suite Vollard’la ilgili kesin diyebileceğimiz tek şey belki de aktardığı melankolik düş hali oluyor. 

Bu seride her şeyi bulabiliyor, ya da hiçbir şeyi bulamıyoruz. 

Bu 100 baskıda sanatçı aynı zamanda becerisini sergiliyor; ‘Ingres stili’ denen biçimle oynuyor, bunu tüm formel çelişkilerinden ve deformasyonlarından sıyırıp olağanüstü ve heyecan verici bir anlatım kapasitesine şekil veriyor.


Picasso, Boisgeloup’daki heykel atölyesinde. 1934


Suite Vollard, 1930-1937 yılları arasında üretilen, çeşitli temaları kapsayan ve kesin bir kronolojik sırası olmayan 100 bakır gravürü kapsıyor. Picasso bu diziyi gerçekleştirmek için çeşitli teknikler kullanıyor: Burin (kalemle kazıma), aside yedirme baskı, akuatint (leke baskı), lavi, soğuk kazı ve hatta bunların birleşimi.


Guernica 1937, Centro de Arte Reina Sofia


Bu seriyi tamamladığı yıl Picasso, hemen ardından belki de en meşhur eseri Guernica’yı yapıyor. Burada vahşeti boğa ve at dile getiriyor. 
Dram ve şiddetse insanlığı ve erdemi simgeleyen kadın, çığlık atan ya da ölü oğlunu kollarında tutan kadın aracılığıyla gösteriliyor. 
Guernica, 1920’lerin ve 1930’ların mutluluk ve bolluk imgesinin tam tersi oluyor.


Dört Çıplak Kadın ve Baş Heykeli,1934


Picasso’nun resimleri bize temalar, teknikler ve ‘biçemler’ arasında sürgit bir salınım sunuyor ve bu gravürlerinde de görülüyor. 
Suite Vollard bütün bunların bir derlemesi oluyor; herhangi bir motifin özgül anlamı, kendilerini başarıyla anlatan levhaların bir bütün olarak anlamından daha az önemli oluyor. Bazıları klasik olurken, bazıları canlılıkla dolup taşıyor. Bazılarıysa daha anlatımsal oluyor. 
Bu arada meşhur sözleriyle de ayrıca bilinen Picasso, yapıtının hiçbir noktasında nihai bir nitelik arayışına girmiyor: “Bir resmi bitirmek mi? Ne saçma! Bir nesneyi bitirmek onu bitirmek demektir, yok etmek demektir, ruhunu çalmak demektir, arenadaki boğaya verir gibi puntilla’ya vermek demektir.”


(İşbu yazı Pera Müzesi tarafından hazırlanmıştır.)