O
akşam, yine varoluşun kadim hüznünü yüklendiğim
omuzlarımı düşürmüş vaziyette bindiğim, Şehit
Mustafa Aydoğdu vapuruyla Beşiktaş'tan Kadıköy'e
dönüyordum..
Vapurların
bu 'şehitli' adları öteden beri hep dikkatimi çeker,
onlara isimlerini vermiş bu 'önemli' kişilerin birçoğunu
tanımadığımı düşünerek, kim olduklarına dair
araştırma yapma kararı alırdım..
Tabii
ki vapur, gideceği yolun daha henüz başındayken, ortada ne
düşünce kalırdı, ne de alınmış bir karar..
Yine de
birçok vapura adını veren bu şehitlerin, altmışlı ve
yetmişli yıllardan bize yadigâr kaldığını tahmin ederdim
ki, yaptığım küçük bir araştırmayla, bunu da
doğruladım..
İnsanın
içinden ister istemez "Hey gidi hey!" deyu ünlüyesi
geliyor..
Şehitlerin
çok daha az sayıda, dolayısıyla da kıymetli olduğu, eski
günler..
Neler
olacak, daha seksenli yıllarda cümle vapurların
isimlendirilmesi bitmiş, sıra, sandallara kadar gelmiş olurdu..
Hele
ki günümüze geldiğimizde, İETT ve Halk otobüslerinin
dahi tamamına şehit adları verilirken, geriye de daha bir sürü
'taşıtı olmayan' şehit kalırdı..
Şehir
Hatları İşletmesi'nin vapurlara adını verdiği ilk şehitler
1960 yılından..
Teğmen
Ali İhsan Kalmaz, 27 Mayıs 1960 İhtilali sırasında, paniğe
kapılan bir askerin yanlışlıkla ateşlediği bir silahla
vurularak -yanlışlıkla ama resmen- şehit olmuş..
Bu
olaydan bir ay kadar önce, polisin, Beyazıt Meydanı’nda
gösteri yapan öğrencilere ateş açmasıyla Turan
Emeksiz şehit olur..
Onu
ben, İstanbul Üniversitesi'ndeki öğrenciliğimiz
sırasında kullandığımız yemekhanenin adından hatırlıyorum..
O
sıralarda Moskova'da bulunan Nazım Hikmet, bu acı olay üzerine
ta oralardan ses verir:
"Bir
ölü yatıyor
on
dokuz yaşında bir delikanlı
gündüzleri
güneşte
geceleri
yıldızların altında
İstanbul'da,
Beyazıt Meydanı'nda."
Emekliye
ayrılan Turan Emeksiz Vapuru iyi bi paraya satıldı, otel-restoran
falan oldu diyorlar; ki yakışır ‘şehit hakları işletmecisi’
devlet büyüklerimize..
1974
yılına, yani Kıbrıs Barış Harekatı’na geldiğimizde,
vapurlara adını verecek şehitlerimizin sayısı da artar..
Bakmayın siz o Barış lafına, savaşın ta kendisidir yapılan..
Çoğu
kaybımızı, kendi kendimizi şehit ederek veririz Kıbrıs'ta..
Binbaşı
Metin Sülüş, Başçavuş Temel Şimşir ve Üstteğmen
Necati Gürkaya, bu 'Barış' Harekatı sırasında kendi
uçaklarımızla batırdığımız Kocatepe Muhribi'nde ölen
elli dört denizcimizden sadece üçüdür..
Ve
nasıl bir seçim uygulandıysa artık (Kura usulü
olabilir mi acaba?) sadece onların adları vapurlara verilir..
Yine
aynı savaşta yitirdiğimiz ve vapurlarda adlarını yaşattığımız
pilot İlker Karter ve gazeteci Adem Yavuz, bizim tarafımızdan
öldürülmeyen şehitlerdendir..
Biliyorsunuz
ki, 'şehit' olgusu hassas ve netameli bir konu..
Hâl
böyleyken, daha yazıya dökmeye karar vermeden önce
kafamın içinde kımıl kımıl etmeye başlayan cümleleri
nasıl az tepki alacak bir biçime sokarım endişesi
duymadığımı söylemek zor..
Öte
yandan, kendimi durdurmam da mümkün değil..
Bir
düşünün, belki siz de bana hak verirsiniz; ki
'Şehit'lik kadar müphem başka bir kavram ben bilmiyorum..
En
basitinden şunu hatırlamak bile yeterli: İki aynı ya da ayrı
dilden, dinden, inançtan iki düşman ordusu savaşır,
iki taraftan ölenlerin hepsi de şehitlik mertebesiyle
onurlandırılır..
Tabutları
kendi şanlı bayraklarına sarılarak, törenle mezara, oradan
da sorgusuz sualsiz bi şekilde Cennet'e yollanır ve isteğe bağlı
olarak da hep bir ağızdan bağırılır: "Şehitler ölmez,
vatan yenilmez!"
Peki
şimdi n'oldu?
Bir..
Ölmez
diyorsun ama, adam öldü yahu!.
Resmen,
hem de tantanayla mezara koydun, üstüne de toprağı yığdın
ve çektin gittin..
"Yok
o öyle değil.. İnsan şehit olunca ölmemiş sayılır,
adettendir," diyeceksen eğer, seni duymam bile..
Sen
en iyisi, bu palavralarını evlat acısından kahrolmuş, ağlamaktan
gözyaşı pınarları kurumuş o 'şehit' analarına anlat da,
al o zaman en münasip cevabı..
İki..
Şehitliği
sağlayan asıl unsurun -o çok övündüğünüz-
vatan, millet, bayrak, din, iman olmadığı; sadece ve sadece, adına
savaş denen bir belanın bu 'kutsal' unvanı verebildiği
tescillenmiş oldu..
Şimdi
bütün o savaşlar dile gelse ve karşımıza geçerek,
"Biz olmasak siz nah şehit olurdunuz!" deseler, hangimiz
ağzımızı açıp da bir yanıt verebiliriz ki?.
(İşbu
yazı, 'kültür mafyası dergisi'nin Ocak 2013 tarihli
sayısında yayınlanmıştır)