6.5.20

Takva :: Muharrem Efendi'nin Hayatla İmtihanı


Önder Çakar'ın senaryosunu yazdığı, kendisini dün kaybettiğimiz Özer Kızıltan’ın yönettiği ve başlıca rolleri Erkan Can, Güven Kıraç, Meray Ülgen ile Öznur Kula’nın oynadığı Takva, 01 Aralık 2006‘da vizyona çıkarılmıştı..

Henüz mümkünmertebe'nin yayına başlamadığı 2006 yılında bir sinemada (Rexx ya da Suadiye Movieplex olmalı) izleyip, hakkındaki düşüncelerimi de başka bir mediumda dile getirmiştim..
İşbu karantina günleri ataletinde, gecikmiş bir film yazısı olarak, bu güzel filmi de sevgili blogumuzun arşivine katalım dedik..
Bu arada, hâlâ filmi izlememiş olanlara bu yazının bir hayli 'spoiler' içerdiği uyarısını yapar; hemen akabinde, "izlemek için daha ne bekliyorsunuz yahu!" deyu da çemkiririz..

mmknmrtb mütevelli heyeti olarak, bu türden girişimlerimizi bundan sonra da sürdürmek niyetinde olduğumuzu belirtir, sağlıklı günler dileriz..




"Muharrem 30 yılı aşkın bir süredir aynı mahallede yaşamaktadır. Sade bir işi vardır.
Mütevazi bir kişi olan Muharrem, gece gündüz ibadet ederek, cinsellikten uzak, İslami akidelere sıkı sıkıya bağlı bir yaşam sürdürmektedir.
Muharrem’in koyu dindarlığı, varlıklı ve güçlü bir tarikat şeyhinin dikkatini çeker.
Onun güvenilirliği, bu şeyhin kendisine tarikatın sahip olduğu sayısız mülkün kira toplayıcısı olarak çalışacağı idari bir görev teklif etmesine yol açar."






Mümkün mertebe hayattan izole yaşayıp, en az yanlış yaparak (alimallah.. bu sistemde bir yanlış, bayağı bir doğruyu götürmektedir zira) şu 'imtihan yeri' dünyadan bir an evvel uzamanın -hesapsız- hesabı içindedir, kahramanımız Muharrem..
Ancak, bu emeline ulaşmaya çok da kalmamışken, yani Cennet-i âlâya giden meşakkatli yolda yürümeyi sürdürürken, en büyük darbeyi/çelmeyi, ne yazık ki en güvendiğinden, şeyhinden yer..
Sanki "yok öyle yağma" der gibidir şeyhi: "Biz kıyısından köşesinden bulaştık bu dünyaya/pisliğe, öyleyse en temizimiz sen de bulaşacaksın; sıkıysa etliye, sütlüye karışıp da yaşayacak, hala eskisi gibi temiz kalacaksın."

Allah'ın buna ne kadar ve niçin ihtiyacı olduğunu anlamak bizce pek mümkün olmasa da, tek amaçları "Allah'a hizmet" olan ve bunun yolunun da Anadolu'dan getirilen çocukları hafız edip yine Anadolu'ya göndermek olarak belirlemiş tarikatın, bu minvalde engel olabilecek 'bedbaht'lara verecekleri taviz sıfırdır!.
Öyle ki, bunların önlerine çıkma talihsizliği yaşayan, yatağa bağımlı derecede hasta bir koca ve iki küçük çocuğuyla kalakalmış biçare bir kadından ibaret bir aile dahi olsa, onları kış günü oturdukları kulübeden sokağa atabilecek kadar tavizsiz..




Her ne kadar Şeyh'in: "Canım, o kadar da katı değiliz, istersen onlara yardım edebilirsin; ancak bu davranışın, tek bir çocuğun eğitilmeden memleketine geri yollanmasına neden olmamalı." mealindeki sözlerine karşın, 'can yakıcı' bu gerçekle karşılaşmak, Muharrem Efendi'nin kırılgan ruhunun aldığı en mühim darbelerden biri olur..

Öte yandan, Muharrem de giderek farklı düşünmemekte; ufacık bebelerin öldürüldüğü Kosova'ya üç-beş kuruş yardımın gereksizliğine karar verip, "Biz onlara ne dualar ettik, icabında yine ederiz" mealinde, kısaca "Allah versin" diyebilmektedir..
Ve bu düşüncelerinde çok samimidir; çünkü o, parayı hâlâ 'elin kiri' olarak görmekte, duanın yanında ne kadar önemsiz olduğuna safca iman etmiş biri olarak da, gözlerini gerçeklere kapamaktadır..

Kırklı yaşlarını yaşayan bir adamın, Cenab-ı Allah'ın biz kullarına bahşettiği cinsel istekleri hissetmenin bile şeytanca ve apaçık ahlaki bir sapma olarak değerlendirmesi; normal fizyolojik bir tepki olarak yaşadığı 'rüyasal boşalma'larında duyduğu dehşetten kendini kaybetmesi, ne acı ya da ne komiktir..



Muharrem'in sürekli bastırmaya çalıştığı, sadece -onun açısından kâbus olan- bu rüyalarında yaşadığı cinsellik olgusu, şeyhinin evlenmesini önermesiyle ve girdiği 'gerçek dünya'nın tahrik edici görüntü bombardımanlarıyla tetiklenmiştir..
Onun bu fizyolojik ve psikolojik geriliminin, çevresinde yer alan kendisinden daha alt düzeydekilere yönelik öfke patlamalarına dönüştüğüne de tanık oluruz..

Tam burada Şeyh efendiye sormak gerekmez mi: "Nur yüzlü amcacığım, iyi güzel de, şu müridlerine ve 'geleceğin Muharremleri' olacak talebelerine Arapça'yı, kafa sallamayı falan öğretirken, biraz da bu gerçeklerden bahsetsen günaha mı girersin?"
"Ama ne gerek var onların gözlerini açmaya, 'uyuyan' nefslerini uyandırmaya.. öyle değil mi?"

Bu hızlı dönüşüm, Muharrem'in zihninde, korumaya özen gösterdiği Allah sevgisi ve korkusu arasındaki dengeyi bozarken, kendini adadığı değerler de bir bir yıkılır; tüm benliğine hakim unsur olan Allah korkusu/Takva ile artık akıl sağlığını hepten yitirmiş ya da olaya 'tarikat gözlüğü'yle bakarsak, kendisi handiyse ermiştir..




Ülkemizde günlük hayatını tamamen İslam'a ya da onun yasaklarına göre oluşturan, bizimle aynı havayı soluyan böyle bir kitle var..
Belki de ilk defa sinemacılar bu konuya ön yargısızca yaklaşarak, bu denli kapsamlı bir şekilde o kitleye baktı ve bu filmle, onların nasıl yaşadıklarını tarafsız bir bakış açısıyla göstererek; dürüstçe ve titizlikle bize aktardı..

Filmin başarılı olduğuna kanıt olarak sunabileceğimiz şeylerden belki de birincisi; filme -konusu nedeniyle oluşan- bir ön yargıyla bakarken, beklentilerimizi karşılamaması idi.. Örneğin Rauf Efendi'nin, Muharrem'in önlenemez yükselişini kıskanıp ondan alacağı intikamını bekledik, olmadı; içimizden, Muharrem sadece rüyalarında değil, gerçek hayatta da karı kız işine ağırlık verecek dedik, ı..ıhh!; hah!. şimdi tarikatın bir menfaat örgütünden ibaret olduğu ortaya çıkacak diye bekledik, alâkası yok..




Bir sürü filmde izlediğimiz aktörleri yeni filmlerinde farklı bir roldeyken, önceki rollerinin etkisinde kalarak izlemek, bir sinema seyircisi için en rahatsız edici durumlardandır; bu istenmeyen etki, oyuncunun başarısıyla azalır hatta hiç hissedilmez..
Takva'da Erkan Can'ın mükemmel performansının etkisiyle perdede artık Erkan Can değil, kanıyla canıyla Muharrem efendi yaşamaktadır..
Buna karşın Güven Kıraç'ın devamlı 'mütebessim' görünen sevimli yüzü -o sünnete uygun muhteşem sakalına rağmen- filmdeki karakterle pek uyuşmadığından, biraz rahatsız ediciydi..
Öte yandan Şeyh rolündeki Meray Ülgen'i perdede ilk gördüğüm andan itibaren ister istemez saygı duyulası, gerçek bir şeyh olduğuna öylesine iman ettim ki bir ara müridi olasım geldi..

Bu arada tarikatın, sanki devletin İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri yokmuş gibi canla başla hafız yetiştirme çabalarının çok tuhafıma gittiğini söyleyeyim..*




Filmin henüz başlarında, merakla, Anadolu'nun hangi yerinde çekildiğini düşündüğümü; daha sonra, olayların İstanbul'un orta yerinde cereyan ettiğini anlayınca da hayret ettiğimi; sonra da, bu hayretime hayret ederek ve kendimi uzun bi süredir böylesi yerlerden soyutladığımı da düşünerek, en kısa zamanda bu yönde bir keşif gezisi yapmaya -kendi kendime- söz verdiğimi de ekleyeyim..

Çarçabuk gelişen final -yani Muharrem'in başına gelenlerin pek de öyle adama kafayı yedirecek sıklık ve şiddette olmaması- beni de biraz rahatsız etti; amma burada, mevzudan epey bi uzak biz seyircilerin gözden kaçırmaması gereken bir şey var, o da: Özellikle 'din-takva-günah-cehennem' kavramlarına kafayı takmış Muharrem misali kişilerin pamuk ipliğine bağlı hassasiyetteki 'kritik' ruhsal durumları..

Bi ara, "Belki Şeytan bizzat kendimiziz." diyen/diyebilen Muharrem, söylediğinin ne kadar farkındaydı, tartışılır belki ama; o ana kadar ve daha sonra başına gelenlerin hemen hepsinin kendi kuruntularından kaynaklandığını düşünürsek, bu lafı sanırım ona 'Allah söyletmiş' diyebiliriz..


* O zamanlar -biraz da safça- böyle düşünmüşüm.. Belli ki bunların derdi hafız falan yetiştirmek değil, bir nevi militanlaştırdığı mensuplarıyla toplumun ve devletin içine sızarak yerleşmekmiş.. Gerisi ise, şeyhlerin/hocaefendilerin meşrebine ve deliliğine kalmış!.

Filmin mmknmrtb notu:   8   /10