Serinin ilk filmini izleyerek, emekli
CIA ajanı Bryan Mills'in 'pek sevgili' kızını -hem de kötü
yola düşürme amacıyla- kaçırma gafletinde bulunan
Arnavut çetenin başına neler geldiğine tanık olmuş ve
böylece ibret içinde kalmış sayın seyirciler..
Bu asla bir tavsiye değildir ama, o
zavallı çetenin geride kalan artıklarının da -bu kez
İstanbul'da- nasıl belalarını bulduklarını görmek
isteyenler için ikinci film de sinemalarda..
Amerikalı 'netameli' babanın
öldürdüğü adamlar memleketlerinde gömülürken,
-ölen çete reisinin babası başta olmak üzere-
intikam yeminleri de edilmiş; kızı ve karısıyla birlikte
İstanbul'da bulunan Bryan'ın biletini orada kesmenin plânları
yapılmıştır..
Ama önce her şey sırayla; kız sırasını savdığından, kaçırılma sırası şimdi de karısına gelmiştir..
Eski günlerden kalma tüm
yeteneklerini yeniden kullanma olanağı bulan emektar ajanımızı,
tutmayın gari..
İçi bomboş bir kalıptan
ibaret, uyduruk bir senaryoya ve buna gayet uyum sağlamış bir
yönetmene sahip bu yapımın -sadece ve sadece- sürpriz bir
şekilde parayı götüren ilk filmin ekmeğini yemek için
çekildiği 'kabak gibi' ortada..
'Çete üyesi de olsa, terör
örgütü üyesi de olsa herkesin bir anası, babası
ve ailesi vardır..'
Filmin belki de tek anlamlı tavrı, bu basit ama hep unutulan gerçeği hatırlatması diyebiliriz..
Filmin belki de tek anlamlı tavrı, bu basit ama hep unutulan gerçeği hatırlatması diyebiliriz..
Tabii saf da olmamak lâzım, film
bunu yaparken taraflı olmamak, adaletli davranmak ya da diğerkam
davranmak falan niyetiyle davranmıyor elbette..
Amaç belli, geride kalanlar öç
almak için bilensinler de, ikinci filmi kotaracak malzeme
çıksın..
En azından, kızı kaçırılmış
bir babanın duygularını ustalıkla yansıtan ilk filmin
hissettirdiği samimiyetin zerresini dahi, bu kez ne Liam Neeson'ın
yüzünde, ne de filmin herhangi bir karesinde
görebiliyoruz..
Bin yıllık aksiyon öykülerinin
en basit kalıbı olan, 'Yakalanma, kurtulma ve tutsak kurtarma'
eylemlerini -hem de en sıradan bir biçimde- gösterme
dışında, hiçbir özelliği olmayan bu filmi bizim için
özel kılan tek şey İstanbul..
Evet İstanbul tanıtılıyor, ama
bunun hiç de iyi bir tanıtım olduğu söylenemez, iyi
niyetli olduğuysa hiç söylenemez..
Beklendiği üzere, 'standart' bir
batılının oryantalist gözlüğüyle bakılan İstanbul
ki, 'Kahve köşesinde oturup nargile tüttüren kavruk
adamlar' ya da 'Çevresindekilere kötü kötü
bakan çarşaflı kadınlar'ın ötesine geçemiyor..
Devasa yükler taşıyan hamallar,
daracık pis sokaklar ve varacakları yere -sanki belediye onlar için buralara kaldırım döşemiş gibi- Kapalıçarşı'nın falan
çatısından gitmeyi tercih edenler de cabası..
Bir de kafasına göre, şehrin her
yerine el bombaları fırlatıp da patlatan, Amerikalı ya da geri
zekâlı diyebileceğimiz bir kız mevcut ki aman diyeyim..
İlk filmdeki, Mills'in, 'kızının
kaydedilmiş sesini dinleyerek haydutların izini sürme'
numarasını -gidişata hiç uymasa da- bu filmde de
kullanmanın yapaylığı içler acısı yahu..
Adam, gözü kapalı bir
durumda arabayla kaçırılarak götürüldüğü
yeri, o süreçte duyduğu ve hafızasına kaydettiği
'aktüel' sesler yardımıyla daha sonra arayıp buluyor ki, bu
tamamen saçma eylem karşısında kahkaha atmamak elde değil..
Hele bir de bu 'fantastik' eylemin pek
büyülü, pek de gizemli bir havayla sunulması yok mu,
aman da aman..
Gözümüz yok ama, hemen
her yerli filmde rol alan 'Erdal Bakkal' Cengiz Bozkurt'u -kısacık
da olsa- burada da oynarken görmenin göğsümü
kabarttığını söylesem, yalan olur tabii..
1.5 / 5
Taken 2 / Takip: İstanbul
Yönetmen: Olivier Megaton
Senaryo: Luc Besson, Robert Mark Kamen
Tür: Aksiyon, polisiye, dram
Oyuncular: Liam Neeson, Famke Janssen,
Maggie Grace
Yapım: Fransa, 2012, 91'