27.5.11

Henry’s Crime :: Suçumuz Masumiyet


Bu hafta gösterime giren iki filmin kahramanının da gişe memuru olması elbette bir tesadüf.. Lâkin, her iki memurun da ruh ve sinir hastalıkları yönünden âcilen incelenmesini gerektiren hâlleri, hafiften şaşırtmıyor gibi de değil..

Tolga Karaçelik'in Gişe Memuru, mesleğinden epey etkilenmiş, fazlasıyla 'hayalli' adamın, film boyunca kötüleşen ruhsal durumuna vurgu yaparken; şimdi mıncıklamaya başlayacağım film, kahramanı olan 'hayalsiz' Henry'nin, daha hikâyenin başında, hem gişeden, hem de memurluktan ayrılışını ve bambaşka bir hayata merhaba deyişini anlatır..
Eee.. ABD'ye boş yere 'Fırsatlar Ülkesi' dememişler..

New York'un önemli bir şehri olan Buffalo'dayız..
Köprü girişinde gişe memurluğu yaparak hayatını idame ettiren, nasıl becerip de evlendiğini -doğrusu- pek merak ettiğim bir kadınla yaşayan, benzetmenin tam anlamıyla, 'ruh gibi' bir genç adamdır Henry Torne (Keanu Reeves)..


Okul mezuniyet yıllığında kendisinden dünyanın en iyi insanı olarak bahsedilen Henry, âdeta sinirleri alınmışcasına her türlü etkiye tamamen tepkisiz kalırken, çevresine ve başına gelebilecek her şeye karşı da duyarsızdır.. Belli ki hayatta hiçbir amacı olmadığı gibi, hayâl etme yetisi bile dumura uğramıştır..


Bir gün evine gelen 'hayırsız' arkadaşları tarafından 'halı saha maçına gidiyoruz' diyerek, banka soymaya götürülen Henry'nin başına gelen bu beklenmedik olay, hiç kuşkusuz ki yaşantısına da 'tarihi' bir hareket getirir..
Soygunun sonunda bütün herkes ortadan yok olurken; bizimki, ona verilen 'arabada erketelik yapma' görevinde polise yakalanacak ve soyguna katılan 'sözde' arkadaşlarının adını vermeyince de tek başına hapse tıkılacaktır..

Bir müddet sonra hapishanede ziyaretine gelen karısı başka bir adama âşık olduğunu söyler.. Her zamanki tepkisizliği devam etmekte olan Henry'nin, karısına söyleyecek tek bir lafı bile yoktur.. Kadın da bir daha onu görmeye gelmez zaten..


Üç yıl sonunda hapisten çıkıp da evine giden kahramanımız, karısının sevdiği adamla çoktan evlendiğini, hatta hâmile bile kaldığını görür..
Yapacağı pek bir şey yoktur.. Zaten paketlenip bir köşeye konulmuş ve küçücük bir kutuya sığdırılmış özel eşyalarını alır ve de evden çıkar gider..

Ben bunu söylerken yanında değildim ama, sevgili yazar arkadaşım Albert Camus'nün, "Târih mâsumlar tarafından işlenmiş kesintisiz bir suçtur." dediğini naklederler.. Ne kadar da doğru..
Albert'in burada sözünü ettiği mâsum, genel olarak 'insanlık'tır elbette.. Ancak şimdi de ben onun bıraktığı yerden hemen özele iniyor ve tesbitimi yapıyorum: Tıpkı bencileyin, her hâliyle bir mâsum olan Henry'nin suçunun mâsumiyetinden ibaret olduğu o kadar açık ki..


Her zaman olduğu gibi yine yalnız, yine tek başınadır Henry..
Hapiste tanıştığı ve dost olduğu yaşlı dolandırıcı Max (James Caan)'in, 'hayatta ulaşmak isteyeceği bir amacının, hayâlinin olması gerektiğini hatırlatan' konuşmaları, âdeta vâroluşundan bile habersiz görünen genç adamın kulağında çınlamaktadır..

Hollywood'u kendine hedef eylemiş bir tiyatro oyuncusu olan Julie (Vera Farmiga), kafası iyice karışmış vaziyette yolun ortasında yürüyen bu garip adama arabasıyla çarpar..
Max'ın zihin açıcı sözlerine, bu güzel kadının, adamın ayağını yerden kesen çarpması eklenince, Henry'de bazı olumlu değişiklikler artık başlar gibi geliyor bana.. Siz ne dersiniz?




Seni seviyorum Vera

Tamam -dediğim gibi- ben de Henry'de bazı olumlu değişiklikler bekliyordum ama, bu kadarı da biraz fazla olmuş yani..
Soymadığı ama soymaktan hüküm giydiği bankayı bu kez gerçekten soymaya kalkışmasına bir şey demiyorum.. Hapishanenin ve Max'ın etkisi, bu gözü karalığı kahramanımıza sağlamış olabilir.. Yalnıız.. Henry gibi motivasyonu sıfırın altında bir yerlerde donup kalmış, içedönük ve ezik birinin, belki de dünyanın en güzel, en dışa dönük ve de en yetenekli kadınıyla -hiçbir problem dahi yaşamadan- şahane bir aşk yaşamasına ise itiraz ederim.. (Evet kıskandım.. N'olacak!)


Ayrıca, hayatında belki de hiç tiyatro görmemiş, Çehov'u ise kesinlikle duymadığı anlaşılan bir ruh hastasının, Çehov'un Vişne Bahçesi'nde rol kapıp, üstelik bu rolün hakkını vermesine de sadece, "Pes!" derim.. (Bakın bu bölümde kıskançlık yoktur.)
Filmin bana hiç de inandırıcı gelmeyen bu ayrıntıları önemli olsa gerek.. Ki filmin senaryosunun 'omurga' esnekliğini de zaten işte bu ayrıntılar sağlıyor..
Buna karşılık, yok "Aşk her şeye kâdirdir", yok "Türümüz komedidir, biraz anlayış gösterelim" gibi bahanelerle bana hiç gelinmesin, dinlemem.. Bunu da ekleyeyim..

Karakterleri fazlasıyla başat filmlerin oyuncusu olarak, sinema geçmişiyle belli bir kalıba soktuğum Keanu Reeves'i bu 'tuhaf' rolde izlerken, kafamın üzerinde oluşan bir soru işareti hiç peşimi bırakmadı.. Sizi de bırakmayabilir..
Neden bu 'ezik oğlan' rolünü, cuk oturacak bir başkasına değil de karizmatik bu herife vermişler deyu kendinize sormadan edemiyorsunuz -ama hemen akabinde- hiç de fena oynamadığına karar veriyorsunuz, falan..
Velhasıl, Keanu kardeş bu filminde bana epey bi ikircikli seyir hâli yaşattı..


Diğer oyuncuların başarılı oyunculuklarına diyecek hiç lafım yok; lâkin, şu sıralarda sık sık karşıma çıkmaya başlayan güzelim Vera Farmiga'ya ise "Seni seviyorum Vera!" demek isterim bak..

Bütün itirazlarıma karşın, yönetmen Malcolm Venville -ikinci uzun metrajlı bu filminde- komedi başta olmak üzere, romantizm ve dram türlerini bi güzel harmanlayarak, üstüne de hapishane, soygun ve tiyatro ögelerini serpiştirerek, kalitesi oldukça üst seviyede bir yapım ortaya koymuş.. Kahkahalarla güldürdüğü söylenemese de gayet ince esprilerle süslü filmini, kesinlikle sıkmadan ve zevkle izlettirmeyi başarıyor..


Yönetmen: Malcolm Venville
Senaryo: Sacha Gervasi, David N. White
Oyuncular: Keanu Reeves, Judy Greer, Fisher Stevens, Danny Hoch, James Caan, Vera Farmiga
Yapım: 2010, ABD, 108 dk.




(İşbu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)