15.11.09

Kıskanmak :: İntikam Yemeğini Ağır Ağır Pişiren Ateş


1990'lı yıllardan itibaren filizlenen günümüz Türk Sineması'nı inşa eden, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen öncü yönetmenlerimizden birisidir Zeki Demirkubuz..

Her halükarda hayata dair olan; yalın görünümünün derinliğinde karmaşıklığı, gerçekliğin soğukluğunda karanlığın gizemini hissettiren yapıtlarıyla -bencileyin- sevenlerinin gönlünde taht kurmuş olan Demirkubuz, bir önceki filmi Kader'den dört yıl sonra bu kez bir 'dönem' filmiyle huzurlarınızda..

Bir Gelin Bir Görümce ve Bir Nobran

Atatürk'ün henüz hayatta olduğu 1930'lu yıllarda Zonguldak..
O zamanlar, bağrından çıkarılan taş kömürünün elmas değerinde sayıldığı bu 'sanayi' kentinin ileri gelenleri ve maden şirketinde görevli ecnebi zevat, Cumhuriyet Bayramı gecesinde tertiplenen bir baloda daha hazır ve nazırdırlar..

Türk bayrakları, altı oklu CHP bayrakları ve grafon kağıtlarıyla süslenmiş salonda, Gazi Hazretleri'nin her vilayet için ayrı ayrı çektiği telgraflardan Zonguldak'a düşeni okunduktan, ayakta alkışlarla karşılandıktan sonra İstiklal Marşı'na geçilir..
Birlikte söylenmeye çalışılan marş, tangoya dönüşürken, filmimizin baloda yerlerini almış kahramanlarını da bir bir tanımaya başlarız..



Seniha, kırk yaşlarında, hiç evlenmemiş -Allah'ın gücüne gitmesin ama- oldukça çirkin bir kadındır..
Yurt dışında eğitim hatta başgöz edilme de dahil, bütün aile imkanlarını tek başına kullanan yakışıklı ağbisinin ve güzeller güzeli yengesinin yanında sığıntı olarak, onu İstanbul'dan ta buralara kadar getirmiş olan kaderi de en az yüzü kadar karanlık arz etmektedir..

Hal ve tavırlarıyla etrafına: "Ben kıskanmayayım da kimler kıskansın a dostlar?!" sorusunu sorar bir izlenimi -ister istemez- yaymakta olan Seniha (Nergis Öztürk)'nın 'ezik' görünümüne karşın, sık sık su yüzüne çıkan zeki ve güçlü kişilik belirtileri, bu yanıltıcı halinin altında bir takım hesaplar gizlemeye çalıştığını da ayrıca fısıldar gibidir..

Maden mühendisi Halit Bey, yakışıklılığına ters düşen 'mahkeme duvarı' cinsinden ciddi bir surata sahip, çevresine olduğu kadar ailesine karşı da nobran -daha açık konuşmak gerekirse- tam manasıyla irice doğranmış bir odundur..

Zaten ebeveyni tarafından kaybetmeye kesin bir aday olarak yetiştirilmiş kız kardeşini hor görmesi bir nebze doğal karşılanabilirse de Halit (Serhat Tutumluer)'in, vilayetteki kadın-erkek herkesin ağzını sulandıracak güzellikteki karısına da aynı miyop gözlerle ve kerhen bakıyor olması anlaşılır gibi değildir..

Ruhlarına ya da düşüncelerine 'salimen' ulaşabilmenin imkansızlığını ortaya koyan bir takım surlarla çevrelenmiş bu iki kardeşin yanında, duygularını açıkça yaşayabilen ve bunu kolayca dillendirebilen tek kişi olarak 'gelin' Mükerrem, bu tuhaf ailenin 'normal' diyebileceğimiz yegane üyesidir..
Sosyal çevrelerindeki davranışların aksine, görümcesinin çirkinliğini asla yüzüne vurmadığı gibi, belki de bunun farkında bile olmadığını söz ve davranışlarından anlayabildiğimiz Mükerrem (Berrak Tüzünataç), güzelliğiyle hiç 'havalanmamış' naif denebilecek kadar da iyi kalpli genç bir kadındır..




Tatlılardan Var Keşkül Doğrusu Bu İş Pek Müşkül

Mühendis Halit'in kömür madenine tayini çıkması üzerine iki ay önce Zonguldak'a yerleşen, hallerini yukarıda kısaca tarif ettiğim bu üç insan, kendilerine evde yardımcı olan hizmetçilerle birlikte -sessizce- yaşayıp gitmektedirler..

Tanık olduğumuz kadarıyla, bu üçlünün, birlikte oturdukları yemek sofrasında konuştukları tek ve en mühim mevzu, ana yemek sonrasında erkek tarafının lütfedip ortaya doğru salladığı: "Bugün tatlılardan ne yiycez?" sorusudur..
Bu soruya karşılık kadınlar cephesinden gelen, o günkü menünün tatlı cinsine değgin, mesela "keşkül" cevabı da bu diyaloğun bittiğinin habercisidir maalesef..

Son Cumhuriyet balosuna birlikte geldiği kadınlarını yine yalnız bırakarak, elin gâvurlarıyla Fransızca'sını ilerletme derdine düşen Halit'in, çoktan beridir hak ettiği hüsrana bir adım daha yaklaşmasına bendeniz de duacıyımdır efendim..
Duamızın karşılık bulması için öyle fazla bekleyecek de değilizdir..

Kentin en zengin ailesinin oğlu olarak aynı baloda endam gösteren; genç, ihtiyar bütün kızların sevgilisi Nüzhet efendi, görür görmez çarpıldığı Mükerrem’i dansa kaldırdığında, oturduğu yerden onları ilgiyle süzen Seniha kadar biz de, adeta bir kız güzelliğine sahip bu yakışıklı oğlana karşı yengemizin pek de karşı koyma şansı olmadığını anlamakta gecikmeyiz..

Tuhaf bi şekilde, hem 'ana kuzusu', hem de 'çapkınlar kralı' imajını birlikte taşıyan Nüzhet (Bora Cengiz), güzel ama bahtsız Mükerrem'in, ilgisiz kocasından öcünü almaya yardımcı olmak üzere bu üçlünün arasına dahil olurken; aynı zamanda, Seniha'nın yıllar yılı içinde büyüttüğü bir intikamın 'ölümcül' meleği olarak da, görevini yerine getirmeye hazır gibidir..




Von Trier'e Eyvallah Demirkubuz'a Lololo

Yönetmen Zeki Demirkubuz, Nahid Sırrı Örik'in aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı Kıskanmak'la, bilinen sinemasından -teknik düzey başta olmak üzre- bazı yönleriyle ayrılırken, kimi sahnelerde bıraktığı 'parmak izleriyle' de mevcudiyetini hatırlatmayı bilmiş..
Eski yaptıklarına nazaran daha iddialı olduğu bu filmle, bana, Üç Maymun'la benzer yolları deneyen Nuri Bilge Ceylan'ı anımsattığını da belirtmeliyim..

Demirkubuz, karakterlerin ya da davranışların oluşumunda önemli bir yeri olan geçmiş yaşantılara hemen hiç değinmeden, henüz perdede yeni karşılaştığımız kahramanların -romanda geniş bi şekilde yer alması gayet mantıklı olan- karakter çözümlemelerine falan da kalkışmayarak, direkt şu andaki durumlarına odaklanıyor.. Ki bununla, uzun yılların kıskançlık ateşlerinde ağır ağır pişirilen intikam yemeğinin tam kıvamına geldiği zamanları yönetmenin özellikle tercih ettiğini fark ediyoruz..

Anlaşılırlık ve duygu aktarımı hususunda hiç de 'garantili' olmayan bu tercih nedeniyle, yönetmen ve filminin, 'kıskançlık' başta olmak üzre, eserin dönüm noktalarını işaretleyen bazı duyguları yeterince vurgulayamama, dolayısıyla da 'zayıf' bulunma eleştirilerine maruz kalmasını, gayet doğal karşılıyorum..

Hariçten gazel okuyarak, yönetmenin avukatlığına falan kalkışmış gibi görünmek istemem; yalnız yine de ben -naçizane olarak ve izninizle- duruma farklı bir açıdan bakmak istiyorum:
Yukarıda da belirttiğim gibi bu anlayış, yönetmenin sanatsal bir tercihidir ve görüldüğü gibi oldukça da risklidir..
Her alanda olduğu gibi sanatta da ilerlemenin yolu bi şekilde riske girmekten geçmiyor mu?.

Daha önceki birbirinden başarılı filmleriyle, özellikle duyguların ve tutkuların ifadesi ve de aktarımında çıtayı çok yükseklere çıkarmış bir yönetmenin, şimdi bunu, hem de elindeki hazır bir metinle başaramadığını düşünmek ise bana çok anlamsız geliyor..




Öte yandan, hikayedeki karakterleri tam manasıyla tanımadan gelişen olayların 'sürpriz' şekilde vuku bulmasının, ayrı bir 'sinemasal tat' yarattığını da belirtmeliyim..
Bu cümleden olarak -sürekli bir güzel, bir de çirkin kadın arasında yaşandığının öne çıkarılmasını da göz önüne aldığımızda- hikayede sözü edilen kıskançlık duygusunun 'asıl hedefinin' farklı olduğunu öğrenmek; hayata boş vermişliğin yanı sıra, duygusuzluğun da adeta abidesi gibi duran bir adamdan umulmayacak sertlikteki bir tepkiye şahit olmak gibi sürprizler, hep bu 'eksikliğin' eseriydi..

Biraz daha ileri giderek, Zeki Demirkubuz'un Kıskanmak'ı yaparken, diğer filmlerinde de mevcut olan, fakat bu kez daha belirgin mahiyette 'deneysel' bir işe kalkıştığını düşünüyorum..
Çok da 'bilinçli' olmayabilecek bu deneyselliği -diğer bir tartışma konusu olan- filmin tiyatrovari ya da 'kitabi' denebilecek -dönemine rağmen- konuşma dilinden çok uzak tiratlarında görmekteyiz..
Zaten kahramanlarına tirat attırmakla ünlü yönetmenin bu özelliğini, mevcut hikayenin geçtiği döneme uygun bir lisanla hatırlatması doğrusu bana çok ilginç geldi..

Bunu hiç de anlamlı bulmayanlara ve olumsuz manada eleştirenlere sormak isterim:
Dogville ve Manderlay filmleriyle sinemayı tiyatroya çarpan, hatta dekoru bile sallamadan, yere çizdiği tebeşir çizgileriyle kasaba inşa ederek 'evcilik oyunu' misali film çeviren Danimarkalı Lars von Trier'in yaptıklarını anlamlı buluyor, (Elbette ben de dahil!) alkışlıyoruz da, bir nevi 'yabancılaştırma efekti' gibi değerlendirdiğim bu konuşmalara neden aynı gözlükle bakamıyoruz.. Yoksa Demirkubuz, Türk diye mi?.

Büyük oranda adından kaynaklanan bir kanıyla, 'kıskançlık' üzerine -mümkünse- her şeyi anlatması beklenen bir film olarak Kıskanmak, olmuş ya da olacak her gelişmeyi gözümüze sokmadan, kahramanların -doğal olarak- kafalarında gizlediği duyguları ya da planları ancak zamanı geldiğinde, o da gayet ekonomik olarak ortaya çıkaran; tercih ettiği bu yolla da insan denen mahlukatın bilinmezliğini ya da hesaba kitaba gelmezliğini göstermeye çalışan iyi bir film..

Yönetmenin, her zamanki başarılı oyuncu yönetimi yanı sıra; filmin, madende ve gemide geçen bölümleriyle, cinayet ve sevişme sahnelerindeki mükemmele yakın sinemasal işçiliğin gayet takdire değer olduğunu da -unutmadan- ekledikten; Demirkubuz filmlerinin alametifarikalarından biri olan 'kendiliğinden açılan kapı' ile bu filmde de karşılaşmaktan ötürü memnuniyetimi de belirttikten sonra, daha iki hafta önce siz değerli okurlarıma verdiğim sözü unutarak, uzattıkça da uzattığım şu yazıyı artık bi nihayete erdireyim diyorum..

7   /10


(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)