13.10.25

Black Phone 2 / Siyah Telefon 2



13 yaşındaki Fin, dört yıl önce kendini kaçıranı öldürüp kaçmış ve The Grabber’ın elinden kurtulan tek kişi olmuştu. 

Ama gerçek kötülük ölümü aşar... ve telefon yeniden çalıyor.

Dört kez Oscar® adayı Ethan Hawke, kariyerinin en şeytani rolünde geri dönüyor: The Grabber, Fin’in (Mason Thames) peşine mezarın ötesinden intikam almak için düşerken, Fin’in küçük kız kardeşi Gwen’i (Madeleine McGraw) de tehdit ediyor.

Şimdi 17 yaşında olan Fin, esaretten sonraki hayatı ile mücadele ederken, başına buyruk 15 yaşındaki Gwen rüyalarında siyah telefondan çağrılar almaya ve Alpine Lake adlı bir kış kampında takip edilen üç oğlanla ilgili rahatsız edici görüntüler görmeye başlar.



Hem kendisi hem de abisi için bu gizemi çözmeye ve işkenceye son vermeye kararlı olan Gwen, Fin’i bir kış fırtınasında kampa gitmeye ikna eder. 

Orada, The Grabber ile kendi ailelerinin geçmişi arasında sarsıcı bir bağlantı keşfeder. 

Gwen ve Fin, ölümden sonra daha da güçlenen ve onlar için hayal edebileceklerinden çok daha önemli hale gelen bir katille yüzleşmek zorunda kalır.




Vizyoner senarist-yönetmen Scott Derrickson’ın geri döndüğü Black Phone 2 / Siyah Telefon 2, yine Derrickson & C. Robert Cargill tarafından, Joe Hill’in yarattığı karakterlere dayanarak yazıldı.

Filmin yapımcıları Jason Blum, Derrickson ve Cargill; uygulayıcı yapımcılar ise Joe Hill, Adam Hendricks ve Ryan Turek.


Kadroda ayrıca Oscar® adayı Demián Bichir (The Nun, A Better Life) kampın yöneticisi olarak, Arianna Rivas (A Working Man) yeğeni olarak, Miguel Mora (Siyah Telefon) The Grabber’ın kurbanlarından birinin kardeşi olarak ve Jeremy Davies de Fin ve Gwen’in babası Terrence olarak yer alıyor. 

Yeni oyuncular arasında Maev Beaty (Beau is Afraid) ve Graham Abbey (Under the Banner of Heaven) bulunuyor.



Universal Pictures ve Blumhouse’un 2022’de vizyona giren korku fenomeni Siyah Telefon, dünya çapında 160 milyon dolardan fazla hasılat elde etmiş ve eleştirmenlerden büyük övgü toplamıştır.

Filmin görüntü yönetmeni PÄR M. EKBERG FSF (Slingshot, Lords of Chaos), yapım tasarımcısı Emmy ödülü adayı PATTI PODESTA (Siyah Telefon, Memento), kurgucusu LOUISE FORD ACE (Nosferatu, The Northman), kostüm tasarımcısı Emmy ödüllü AMY ANDREWS HARRELL (Siyah Telefon, The Good Lord Bird), saç departman şefi NATHAN RIVAL (Trap, Ready or Not), makyaj departman şefi Emmy ödüllü COLIN PENMAN (The Apprentice, Star Trek: Discovery)’dır.

Müzik ATTICUS DERRICKSON (V/H/S/85, Shadowprowler) tarafından bestelenmiştir.

Oyuncu seçimini TERRI TAYLOR CSA (Five Nights at Freddy’s, Drop), SARAH DOMEIER LINDO CSA (Five Nights at Freddy’s, Drop) ve ALLY CONOVER CSA (Drop, Speak No Evil) yapmıştır.





ARKA PLAN


The Black Phone / Siyah Telefon 2022 yılında çıktığında, yıldırım gibi çarptı: hem samimi hem dehşet verici bir korku filmi, çocukluğun çıplak kırılganlığına dayanıyordu.

Joe Hill’in kısa öyküsünden uyarlanan film, yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson’ın Colorado’da büyürken edindiği anılardan beslenmiş, doğaüstü korkuyu rahatsız edici bir gerçekçilikle temellendirmişti. Seyirciler filmi yalnızca korkusu için değil, dürüstlüğü için de benimsediler. Film dünya çapında 160 milyon doların üzerinde hasılat elde etti, Grabber’ı (Ethan Hawke) türün yeni ikonlarından biri haline getirdi ve Siyah Telefon’u on yılın en dikkat çekici orijinal korku filmlerinden biri olarak konumlandırdı.

Derrickson için bu başarı kişisel bir anlam taşıyordu.

“İzleyicilerin filmi benimseme biçimini görmek inanılmaz derecede ödüllendiriciydi, özellikle de filmin büyük kısmı doğrudan kendi çocukluğumdan geldiği için,” diyor Derrickson.

“Bir sanatçı olarak, bu kişisel duyguların ve anıların bu kadar çok insanla—özellikle gençlerle—bağ kurduğunu görmek, çocukluğumun karanlık anılarına bir anlam kattı. Hepsinin bir şekilde olması gerektiği gibi olduğunu hissettirdi.”

Yazar-yapımcı C. Robert Cargill, Derrickson’ın uzun süreli yazı ortağı ve yapım şirketleri Crooked Highway’in kurucu ortağı olarak, devam filminin onlara hayatlarından bir kez daha beslenme fırsatı verdiğini söylüyor:

“Siyah Telefon 2 ile, çocukluklarımızdan ve 70’ler ile 80’lerde büyümenin nasıl bir şey olduğundan yola çıkan karakterler yaratmaya devam etme şansımız oldu,” diyor Cargill.

“Gerçek deneyimlerimizin çoğu bu hikâyelerin içinde gömülü. O duygusal temel, korkuyla kalp arasındaki dengeyi kurmamızı sağlıyor. Bu da ilk filmin gösteriminden sonra büyümeye devam etmesinin nedenlerinden biri. Siyah Telefon Peacock’ta yayınlandığında film adeta patladı. Gençler filmi izliyor, memeler ve TikTok’lar yapıyor, sahneleri yeniden düzenliyorlardı. Birçoğu için bu ilk korku filmiydi ve türle aşk yaşamaya başladılar. İşte o zaman, Scott ve ben her gün insanlardan şu mesajları almaya başladık: ‘Devam filmi ne zaman çıkacak? Bir ön film var mı? Siyah Telefon 2 yapıyor musunuz?’”

Derrickson’ın kariyeri, Sinister, The Exorcism of Emily Rose ve Marvel’ın Doctor Strange’i gibi türün mihenk taşlarını içeriyor; ancak Siyah Telefon 2, yönettiği ilk devam filmi olma özelliğini taşıyor. Onun geri dönme kararı beklentiden değil, ilhamdan kaynaklanmıştı.

“Kesinlikle bitmemiş gibi hissetmedim,” diyor Derrickson. “Bir devam filmi yapma zorunluluğu hissetmedim. Beni bu fikri düşünmeye iten şey, Joe Hill’den gelen bir e-postaydı; içinde temel bir devam konsepti vardı. Onun önerdiği her şeyi kullanmadım, ama içinde harika bulduğum bir merkez fikir vardı. Ve sonra fark ettim ki eğer birkaç yıl beklersem, ilk filmdeki çocuklar büyüyebilir ve bir lise filmi çekebilirdim. O zaman Finn ve Gwen’in hikâyesini o yaşta devam ettirmenin değerli olacağını düşündüm.”

Cargill ekliyor: “İçgüdüsel olarak hızlı hareket etmek istedik, ama çocukların biraz büyümesine izin verme kararı aldık. Hep bir lise filmi yapmaktan söz ederdik, bu yüzden hikâyeyi dört yıl sonrasına, çocukların artık lisede oldukları döneme yerleştirdik.”

O tohum kısa sürede daha geniş bir kapsam ve daha derin risklerle büyüyen bir hikâyeye dönüştü.

“Joe fikrini bizimle paylaştığında şöyle dedi: ‘Nerede ya da nasıl gerçekleştiğini bilmiyorum, ama telefon çalıyor, Finn açıyor ve şunu duyuyor: “Hello, Finn. It’s the Grabber, calling from hell.”’” diyor Cargill. “Bunu duyduğumuz anda bunun film olduğunu biliyorduk. Oradan, o fikrin etrafında dünyayı kurmak kaldı ve Siyah Telefon 2 böyle doğdu.”

Yeni bölüm, Finn’in (Mason Thames) Grabber’ın bodrumundan kurtuluşundan dört yıl sonrasını anlatıyor. Grabber gitmiştir, ama Finn hâlâ yaşadıklarının travmasını taşımaktadır. Küçük kız kardeşi Gwen (Madeleine McGraw), bir zamanlar ağabeyini kurtarmasına yardım eden vizyonları sayesinde yeniden rahatsız edici rüyalar görmeye başlar. Bu rüyalarda, “Alpine Lake” adında uzak bir kış kampında avlanan üç çocuğun görüntüleri vardır. Bu rahatsız edici görüntüler, Gwen’i yeni bir gizemin merkezine çeker ve kardeşler arasındaki bağ, hayatta kalma mücadelesini bir kez daha tanımlar.

“Siyah Telefon’un temel temalarından biri, çocukların babalarının günahlarını taşıması fikriydi ve bu burada da devam ediyor,” diyor Cargill. “Bu filmde Finn, babasının yaptığı gibi başa çıkmaya çalışıyor. Onu bastırıyor, uyuşturuyor, geçmişiyle yüzleşmiyor. Finn’i tekrar gördüğümüzde, yaşadıklarını unutmaya çalışıyor; geçmişinden kaçıyor. Biz de travmanın ailelerde nasıl yankılandığını ve bu döngünün kırılıp kırılamayacağını keşfetmek istedik.”

Ergenlik, devam filminin hem tonunu hem de ölçeğini şekillendirdi.

“Bu karakterlerle dört yıl sonra buluşup nasıl değiştiklerini—ve nasıl değişmediklerini—görmek yaratıcı açıdan çok ilginçti,” diyor Derrickson. “Colorado’da gençken birkaç Hristiyan kış kampına gitmiştim, ve bu filmdeki ana mekân da oradan ilham aldı. 15, 16 veya 17 yaşındayken hissettiğiniz duygular, hayatınız boyunca hissedeceğiniz en güçlü duygulardır. Bana göre, o daha büyük ve daha çalkantılı hisler daha büyük ve daha şiddetli bir filmi hak ediyordu.”

Etkiler hem Derrickson’ın kendi geçmişine dayanıyor hem de türün mirasına göz kırpıyor.

“Ben başkalarının işlerinden esinlenmektense, kendi işlerimde bana özgü unsurları genişletmekle ilgileniyorum,” diyor Derrickson. “Bu durumda, çok belirli şekillerde kullanılan Super 8 çekimleri, Colorado’daki lise kış kamplarındaki kendi anılarımdan yola çıkmak ve o dönemde hissettiğim büyük duyguları kanalize etmek söz konusuydu. Ama elbette, 80’lerde izlediğim korku filmlerinin hepsi kaçınılmaz olarak üzerimde bir etki bırakmıştır. Tüm o kamp temalı korkular—Friday the 13th ve A Nightmare on Elm Street en büyük ve en belirgin olanlar—ve tabii ki çok daha az bilinen 1983 yapımı Curtains filminden bazı kilit imgeler. Eğer o filmi biliyorsanız, göndermeler açık ve bilinçli.”

Cargill ekliyor: “Ve tabii ki Stephen King’in etkisinden kaçamazsınız. Scott ve ben her zaman King’den derinden etkilenmişizdir, ve bunu ilk filmde zaten işlemiştik.”

King ayrıca yazar Joe Hill’in babasıdır.

“Bu filmde Gwen, yeteneklerini kucaklayıp geliştiriyor, Finn ise onları reddediyor,” diyor Cargill. “Bu ikilik, özellikle Firestarter gibi erken dönem King hikâyelerini çağrıştırıyor, ki bu hikâye benim üzerimde büyük bir etki bırakmıştır.”

Derrickson ve Cargill arasındaki yaratıcı ortaklık hâlâ filmin bel kemiği olmaya devam ediyor.

“Scott, olağanüstü bir görsel anlatıcı; ekranda neyin işe yaradığını inanılmaz bir sezgiyle bilir,” diyor Cargill. “Yazarken aramızda bir kısaltma dili oluştu; bu, hızlı hareket etmemizi ve risk almamızı sağlıyor. Sette Scott’un en büyük gücü, bir şeyin işe yaramadığını anladığı anda çözümü bulabilmesi. Gerçek zamanlı problem çözmesini izlemek olağanüstü. O güven dolu, işbirlikçi ve anlatmak istediği hikâyeye tamamen odaklı.”

Derrickson ekliyor: “Cargill önce yazı ortağımdı, sonra düğünümde sağdıç oldu. Birlikte çok şey yaşadık, ve kişisel olarak ne kadar yakınsak, profesyonel olarak da o kadar yakınız. Bu işi yaratıcı olarak tatmin edici kılan şey malzemenin kendisi. Her zaman iyi bir hikâye anlatmakla ilgilidir. Bizi yönlendiren şey budur.”

Yapımcı Jason Blum için film, projeye ilk başta onu çeken şeyi yeniden hatırlattı.

“Siyah Telefon 2’nin senaryosu bana Joe Hill’in hikâyesinin bize ne kadar inanılmaz bir temel verdiğini ve Scott ile Cargill’in bu temelin üzerine ne kadar parlak bir şekilde inşa ettiğini hatırlattı,” diyor Blum.

“Mitolojiyi derinleştirdiler ama ilk filmin samimiyetini korudular; korku, duygu ve karakteri gerçek hissettiren bir dengeyle harmanladılar. Gerçek korkuyu harika yapan şey budur—önemli olmalı, bağ kurmalı—ve onlar bunu bir kez daha başardı.”




KARAKTERLER


THE GRABBER

ETHAN HAWKE


Siyah Telefon filminde Ethan Hawke, kariyerinin en ürkütücü performanslarından birini sergileyerek Grabber’ı, yani kurbanlarını ses yalıtımlı bir bodrumda hapseden sadist bir çocuk katilini canlandırmıştı.

“Ethan Hawke, bir role tamamen bürünebilen o ender oyunculardan biri ve Grabber karakteriyle gerçekten ikonik bir şey yarattı,” diyor yapımcı Jason Blum.

“Onun geri dönmesi çok önemliydi, çünkü o performans ilk filmin başarısının büyük bir parçasıydı.”

Grabber’ın tüyler ürpertici maskeleri ve rahatsız edici varlığı, anında korku ikonografisinin bir parçası hâline geldi ve ilk filmin sonunda Finn’in (Mason Thames) elinde ölmesi, hikâyeyi sarsıcı bir sona ulaştırdı.

Fakat böylesine derin bir iz bırakan kötüler nadiren toprağa gömülü kalır.

Siyah Telefon 2’de Hawke, Grabber olarak geri dönüyor—ancak bu sefer bir insan olarak değil, çok daha korkunç bir şey olarak.

“Ethan geri dönmeye istekli olmasaydı bunu yapmazdım,” diyor yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson.

“Daha ortada bir senaryo yokken bile geri dönmeyi kabul etti; bu da bana duyduğu güvenin büyük bir göstergesiydi. Grabber’ı bir hayalet olarak geri getirme fikrinde çok güçlü bir çekim hissediyordum.”

Bu güven, Sinister’dan bu yana uzanan bir iş birliğinin yansımasıydı.

“Scott Derrickson ve Cargill, dünya çapında bir yazar ve yönetmen ikilisi,” diyor Hawke.

“Bir korku filminin geometri, matematik ve metafor düzeyinde neleri başarabileceğini mükemmel şekilde anlıyorlar. Bana Grabber rolünü yeniden canlandırmamı teklif ettiklerinde, vizyonlarının parlak olacağını biliyordum. Bu devam filmini Gwen’in hikâyesi haline getirme fikrinde gerçek bir güzellik var—ona karakterini keşfetme ve Finn’i ilk filmde yaşadıklarının travmasından kurtarma şansı vermek.”

Derrickson için Grabber’ın dönüşü, karakterin derinlerine inmek için bir fırsattı: “Ethan öfkeli bir hayaleti canlandırıyor, bu teori açısından türün temel ögelerinden biri, ama genellikle intikamcı bir hayaletin konuştuğunu veya motivasyonunu görmeyiz,” diyor yönetmen.

“Benim ilgimi çeken şey hem bu karakterin nedeni hem de geçmişiydi. Grabber bir hayalet olarak geri dönecekse, neden dönüyor ve ilk filmde bilmediğimiz neleri öğrenebiliriz?”

Hawke, karakterin dönüşünü, korkunun hafızadan beslendiği bir alan olarak yorumladı: “Hayalet hikâyeleri bana her zaman ölülerden çok dirilerle ilgiliymiş gibi gelmiştir,” diyor Hawke.

“Birinin öldükten sonra geride bıraktığı şeyle ilgilidirler—pişmanlık, öfke, sevgi ya da başka bir şey. Siyah Telefon, yaşayan bir kâbustan kurtulan iki çocuğun hikâyesiydi; Siyah Telefon 2 ise o şiddetin ardından toparlanmanın ne kadar zor olduğunu anlatıyor. Hayalet Grabber, unutulmaya direnen korkunç anıların vücut bulmuş hâli.”

Bu fikir, yeni filmin Grabber’ı ölümden sonra nasıl yeniden tanımladığıyla en sarsıcı biçimini buluyor: “Grabber artık çok daha korkunç bir şeye dönüştü, çünkü artık doğaüstü bir varlık,” diyor Cargill.

“Bu evrende biri öldüğünde, kimliğinin önemsiz parçaları silinmeye başlar, geriye en güçlü kısmı kalır. Bodrumdaki çocuklar için bu, korkuydu. Finn’in arkadaşı Robin için ahlaki gücüydü. Grabber içinse bu, saf öfke. İlk filmin sonunda kendi kardeşini öldürüyor ve sorumluluğu üstlenmek yerine Finn’i suçluyor. Onun zihninde kardeşinin ölümü Finn’in suçu. Bu öfke onu öteki tarafa taşıyor; artık sadece öfke ve sadizmden ibaret. Ama yalnızca intikam istemiyor, Finn’in acı çekmesini istiyor—onun sevdiği tek kişiyi, kız kardeşini, ölürken izlemesini istiyor. Grabber’ı canavar yapan her şeyi büyüttük.”




FINN

MASON THAMES


Grabber’ın bodrumundan kaçışının üzerinden dört yıl geçmiştir. Mason Thames tarafından canlandırılan Finn, hayatta kalmanın ağırlığını bir gölge gibi taşımaktadır.

İlk filmde Finn, sadist bir çocuk katilinin elinde haftalarca esir kalmış, sonunda ise ölüm kalım mücadelesinde üstün gelmiştir.

Bir zamanlar sessiz direnci ve keskin içgüdüleriyle tanınan Finn, şimdi unutamadığı bir travmanın izlerini taşır. Grabber’ın anıları onu hâlâ rahatsız eder; bu acıyla baş edebilmek için uyuşturucuya yönelir, kendini uyuşturur ve geçmişle yüzleşmekten kaçınır.

“Finn korkunç bir şey yaşadı ve güçlü çıkmış olsa da bu yük onu bırakmadı,” diyor yazar-yapımcı C. Robert Cargill.

“Grabber tarafından hâlâ rahatsız ediliyor. Onu her yerde görüyor ve korkusunu uyuşturmak için madde kullanıyor. Ruhlarla, telefonla, hiçbir şeyle ilgilenmek istemiyor. Hepsini dışarıda tutmaya, görmezden gelmeye çalışıyor. Ama hayat sonsuza kadar kaçmana izin vermez. Gwen yeni bir gizemi çözmeye başlarken, Finn bundan uzak durmak için elinden geleni yapıyor. Fakat sonunda, kaçtığı şeyle yüzleşmek zorunda kalacak.”

İlk filmdeki çıkış performansından sonra role geri dönen Thames, artık daha karmaşık ve olgun bir Finn’i canlandırıyor:

“Bu filmde Finn’in değiştiğini görüyoruz,” diyor Thames.

“İçinde bastırılmış öfke biriktirmiş durumda, artık ilk filmdeki çocuk değil. O zaman da karmaşıktı, ama şimdi çok daha katmanlı. Travmasıyla yüzleşmek yerine marihuana içerek bastırıyor. PTSD belirtilerini hissettiği anda kendini kapatıyor. Film boyunca asıl soru şu: Finn, Grabber’la tekrar yüzleşmeye hazır mı, yoksa ondan sonsuza dek kaçacak mı?”

Bu gerilim, lise yıllarında da peşini bırakmaz.

“O kavgacı biri değil, ama arada bir yeni bir çocuk gelip, ‘Grabber’ı sen öldürmüşsün, hadi görelim ne yapabiliyorsun,’ der,” diyor Thames.

“İşte o zaman Finn’in kendini savunması gerekir. Robin’in ona ilk filmde öğrettiği şeyi hiç unutmadı: Bazen yalnızca bir dövüşü kazanman yeterlidir. Ne kadar kanlı olursa, kalabalığa o kadar güçlü bir mesaj verir. Ama Finn için bu öfkeyle ilgili değil; yalnız bırakılmakla ilgili. Çok az arkadaşı var, hatta belki hiç istemiyor. Kim olduğunu ve kim olmak istediğini anlamaya çalışıyor.”

Yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson için Thames’in performansı, karakterin doğal bir evrimi oldu: “Mason olağanüstü bir oyuncu,” diyor Derrickson. “Gelecekte büyük bir film yıldızı olacağına inanıyorum. Siyah Telefon’u çektiğimizde hâlâ bir çocuktu, ama o zaman bile onunla sanki deneyimli bir yetişkin oyuncuymuş gibi konuşuyordum. Duygusal zekâsı çok geniş ve şöhretin cazibesine hiç kapılmıyor. Finn’in duygusal durumuna dair tek bir konuşma yaptım, sonra senaryoyu verdim. Hazır geleceğini biliyordum ve öyle de oldu; her sahnede duygusal doğrulukla oynadı.”

Thames için Finn’in duygusal izini takip etmek büyük bir meydan okumaydı: “Finn, duygusal açıdan derinlemesine inme fırsatı bulduğum ilk karakterdi,” diyor Thames.

“İlk filmde yaşadığı şey travmatik, ve bu filmde bununla baş etmeye çalışıyor. Finn’in duygusal olarak nerede olması gerektiğini bulmak zor ama tatmin ediciydi. Scott’la karakterin yolculuğu üzerine çok konuştuk: Filmin başında nerede olduğu, neyi bastırdığı ve ne zaman kırılma noktasına geldiği… Bu beni doğru biçimde zorladı ve sonunda Finn’in olması gereken yere ulaştığımızı düşünüyorum.”




GWEN

MADELEINE MCGRAW


Siyah Telefon’da Gwen (Madeleine McGraw) keskin zekâsı ve sivri diliyle tanınan, rüyalarında gördüğü kehanetlerle ağabeyini kurtaran cesur küçük kardeşti.

Onun vizyonları Finn’in hayatta kalmasında belirleyici olmuştu.

Dört yıl sonra Siyah Telefon 2’de Gwen’in rolü çok daha ağır bir anlam kazanıyor.

Artık dünyaya kafa tutan korkusuz çocuk değil; büyümüş, içine kapanmış ve yalnızlaşmış durumda.

Ancak bir zamanlar ağabeyine umut veren o rüyalar şimdi onu doğrudan tehlikenin içine çekiyor.

“İlk filmde, çocukların annelerinden miras kalan farklı yeteneklere sahip olduklarını ima etmiştik,” diyor yazar-yapımcı C. Robert Cargill.

“Anne, ölülerle konuşma ve kehanet görme gücüne sahipti. Gwen bu yeteneğin rüya tarafını aldı: geleceği görebiliyor ve ölülerle rüyaları aracılığıyla iletişim kurabiliyor. Finn ise telefondan ölülerin seslerini duyabiliyor ama bu filmde o yeteneği reddediyor, bastırıyor. Gwen ise gücünü benimseyip büyütüyor. Artık sadece mesaj almıyor, onlara yanıt veriyor, sorular soruyor, rüyalarının kontrolünü ele geçiriyor, hatta onların içinde ruhlarla etkileşime giriyor.”

McGraw için bu, tamamen farklı bir yerden karaktere yaklaşmak anlamına geldi: “Bu filmde Gwen’in rüyalarını ve değişimini keşfetmek çok heyecan vericiydi,” diyor McGraw.

“İlk filmde o cesur ve patavatsız bir karakterdi. Şimdi ise dışlanmış hissediyor. Zorbalığa uğruyor, çok acı çekiyor. Onun kafasının içine girmek ilkine göre çok daha zordu. İlk filmde kişiliklerimiz benzerdik; şimdi tam tersiyiz. O sessiz ve içe dönük hale geldi, ben ise dışa dönüğüm. Ama bu da onu kim olduğuna dair daha derin bir keşif haline getirdi.”

Yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson, bu rolün McGraw’dan çok fazla şey talep ettiğini söylüyor: “Yazdığım senaryo Maddy’den çok şey istiyordu,” diyor Derrickson.

“Bazı sahnelerde duygusal olarak gerçekten zorlayıcı yerlere gitmesi gerekiyordu. Ama onun bunu yapabileceğinden hiç şüphem yoktu. Bir şey tam olarak aradığım kadar ham ve yoğun değilse bunu açıkça söyledim; bir sonraki çekimde müthiş bir performans verdi. Çok karanlık ve acı verici yerlere bilinçli olarak gidebilecek kadar cesurdu. Gerçekten olağanüstü bir oyuncu. Filmde tek bir sahte anı yok.”

Derrickson’a göre Gwen, bu filmin kardeşlik bağını da merkezde tutuyor: “Gwen hâlâ küfürbaz, asi, ama derin bir duyarlılığa sahip,” diyor yönetmen.

“Metafizik armağanının onu götüreceği yolu takip etmeye hazır. İlk filmdeki olaylar Finn ve Gwen arasında derin bir bağ oluşturmuştu. Devam filmine bu kadar bağlı iki karakterle başlamak nadirdir, bu yüzden onları bir kez daha sınamak istedim. Finn ve Gwen’in birbirlerini korumak için her şeyi göze alması çok güzel. Bu kez o fedakârlığı daha yüksek risklerle sınamak istedim—ve bu sefer tehlike altındaki kişi Gwen.”

Bu tehlike, Finn için de yeni bir anlam taşır: “İlk filmde Finn ve Gwen arasında güçlü bir bağ vardı,” diyor Mason Thames.

“Bu değişmedi. Değişen şey Finn’in kendisi. Onun hâlâ yumuşak kaldığı tek yer Gwen’le olan ilişkisi. Onun için her şeyi yapar. Grabber da bunu biliyor. Gwen’e zarar vermek, Finn’e ulaşmanın tek yolu çünkü artık onu doğrudan yaralayamaz. İşte bu hikâyeyi gerçekten korkutucu yapan şey bu: Sadece hayatta kalma değil, sevdiğin kişiyi koruma mücadelesi.”

McGraw, fiziksel olarak da role kendini tamamen adadı: “Dublör sahnelerini yapmayı çok sevdim,” diyor McGraw.

“Dublör eğitimi aldım, hatta su altı sahneleri için dalış sertifikası bile edindim. Scott bu yönümü bildiği için senaryoya benim yapabileceğim fiziksel sahneler ekledi. Dublör ekibine, ‘Maddy yapsın, o bunu seviyor,’ diyordu. Zorlu ve fiziksel olarak yorucuydu ama aynı zamanda en heyecan verici kısımdı.”

Bu film, McGraw’a Ethan Hawke ile birlikte kamera karşısına geçme fırsatı da sundu: “İlk filmde Ethan’la hiç sahnem yoktu, bu yüzden bu filmde birlikte çalışmak çok heyecan vericiydi,” diyor McGraw.

“Sete geldiğinde biraz büyülenmiştim—sonuçta o Ethan Hawke! Ama sahneler arasında çok destekleyiciydi, her seferinde bana yumruk selamı verir, ‘Harikaydın,’ derdi. Ekranda bu kadar korkunç, psikopat bir katili canlandırıp, kamera kapandığında şakalaşabilmek inanılmaz. Böyle oyuncuların yanında olmak insana çok şey öğretiyor.”




ERNESTO

MIGUEL MORA


Siyah Telefon’da Robin’in ölümü, filmin en yıkıcı anlarından biriydi.

Finn’e karşı mücadele etmeyi, karşılık vermeyi öğreten cesur ve korkusuz arkadaş Robin, Grabber tarafından öldürülmüştü.

Onun yokluğu, Finn’e hem derin bir yas hem de hayatta kalma kararlılığı vermişti.

Siyah Telefon 2’de bu miras, Robin’in küçük kardeşi Ernesto aracılığıyla yaşamaya devam ediyor. Ernesto’yu, ilk filmde Robin’i canlandıran Miguel Mora oynuyor — ancak bu kez tamamen yeni bir karakter olarak.

“Robin’i bu filmde geri getirmeyi çok istedik, ama elbette bu mantıklı olmazdı,” diyor yazar-yapımcı C. Robert Cargill.

“Sonra Scott şöyle dedi: ‘Peki ya Miguel, Robin’in kardeşini oynasa?’ Bu mükemmel bir fikirdi. Robin asi ve cesurdu, Ernesto ise daha içine kapanık ve temkinli. Robin’in yokluğunda, Ernesto ağabeyinin kaybıyla baş edebilmek için Finn’e tutunmaya çalışıyor, ama Finn onu uzak tutuyor. Bir bakıma Ernesto, Finn için Gwen’in annesi Hope’un temsil ettiği şeyin devamı: çözülmemiş bir şeyin yankısı.”

Ancak bu fikir, Mora’nın gerçekten iki farklı karakteri inandırıcı biçimde oynayabilmesiyle anlam kazanabilirdi.

“Miguel’i sadece Robin’e benzediği için istemedim,” diyor yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson.

“Onun kişisel olarak ve oyunculuk anlamında nasıl geliştiğini görmek istedim. Yazdığım rolü en iyi onun anlayacağını düşündüm. Maddy (Madeleine McGraw) ile birkaç sahneyi deneme çekimlerinde oynattık ve daha ilk sahnenin ortasında emin oldum — mükemmeldi. Görünüşe göre aradan geçen yıllarda oyunculuğunu geliştirmek için çok çalışmış. Sanırım çoğu insan Ernesto’nun, Robin’i oynayan aynı kişi olduğunu fark etmeyecek bile. Miguel çok disiplinli ve kararlı bir genç; kafasına koyduğu her şeyi başarabilir. Bu filmde tamamen farklı birini oynamayı başardı. Rolü gerçekten hak etti ve harika bir iş çıkardı.”

Mora için bu dönüş hem şaşırtıcı hem de duygusal bir deneyimdi: “İlk filmde karakterim ölmüştü, bu yüzden geri döneceğimi hiç düşünmemiştim,” diyor Mora. 

“Hatta bir devam filmi yapılacağını bile bilmiyordum. Scott beni arayıp Robin’in kardeşini oynamamı istediğinde şok oldum ve çok heyecanlandım. Sonra senaryoyu okudum ve her sayfası beni içine çekti. Scott ve Cargill gerçekten özel bir şey yazmış. İlkinden daha korkunç, ama aynı zamanda daha komik, daha romantik ve daha duygusal.”

Robin kavgalarıyla öne çıkan bir karakterdi; Ernesto ise dünyayla daha sakin bir biçimde baş ediyor:

“Scott bana karakteri ilk anlattığında, Robin gibi sert biri olacağını sandım,” diyor Mora.

“Ama Scott, ‘Hayır, o daha düzenli, gözlüklü bir onur öğrencisi,’ dedi. Ernesto’yu tanıdıkça onu sevdim. Kardeşini kaybetmiş, babasını kaybetmiş ve şimdi tek başına annesiyle yaşıyor. Kardeşinin katiliyle yüzleşmek zorunda. En çok sevdiğim şey, mizahı ve aynı anda taşıdığı ağırlık. İçinde hem yas hem öfke hem de insanların ‘Keşke onun yerine sen olsaydın,’ diye düşündüğünü hissetmenin acısı var. Bu çok ağır bir yük.”

Bu zıtlık, Ernesto’nun Gwen’le olan bağını daha da etkileyici kılıyor.

“Ernesto, Gwen’e sırılsıklam âşık,” diyor Cargill.

“Gwen de ondan hoşlanıyor ama temkinli. Ernesto’nun onu olduğu gibi kabul ettiğini fark ettiğinde, yavaş yavaş kalbini açıyor. Ortaya çıkan şey, korkunç bir olayın ortasında filizlenen samimi, saf bir gençlik aşkı.”

Mora için Ernesto’yu oynamak, Robin’in ruhunu yaşatmanın da bir yoluydu: “Ernesto’nun içinde Robin’in hâlâ yaşadığını hissedebiliyorsunuz,” diyor Mora.

“Robin’in özgüveni artık onun bir parçası. Hurda bir Impala’yla Gwen’in evine gidip onu, abisinin önünde sinemaya davet edebilmek cesaret ister. Bu cesaret Robin’den geliyor. Robin’in bu hikâyede hâlâ var olmasını seviyorum. 

İki kardeşi de oynamak bana hiç beklemediğim kadar derin bir bağ kurma fırsatı verdi.”




TERRENCE

JEREMY DAVIES


Siyah Telefon’da Jeremy Davies’in canlandırdığı Terrence, çelişkilerle dolu bir figürdü:Yas tutan bir dul baba, acısını alkolle bastırıyor ve öfkesini çocuklarına yöneltiyordu.

Zalimliği, aslında kendi çaresizliğini yansıtıyordu.

Ama film, onun içinde kırık bir vicdan barındırdığını da ima etmişti.

Siyah Telefon 2’de Terrence geri dönüyor — bu kez hatalarıyla yüzleşip ailesini korumak için mücadele eden bir baba olarak.

“Jeremy ilk filmde karakterin sadece kötü bir baba değil, katmanlı biri olmasını takdir etmişti,” diyor yazar-yapımcı C. Robert Cargill.

“Bu filmde ona gerçek bir yolculuk verdik: Kırık, öfkeli bir adamdan, çocuklarını korumak için her şeyi riske atan bir babaya dönüşüyor. Bu Jeremy için çok anlamlıydı ve her sahnede hissediliyor. Rolüne kendini tamamen adadı; bu performans, kariyerinin en güçlü işlerinden biri.”

Yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson, Davies’in işine yaklaşımını hayranlıkla anlatıyor:“Jeremy, yakın arkadaşı olan Philip Seymour Hoffman’la birlikte anılmayı hak eden bir oyuncu,” diyor Derrickson.

“Karakter oyunculuğunda altın standart odur. Jeremy de aynı seviyede. Filmografisine bakarsanız tek bir sahte performansı yoktur. Rolüne hazırlığı ve adanmışlığı olağanüstüdür. Her iki Siyah Telefon filminde de karakteri ve diyaloglarını uzun uzun konuşmak isterdi. Oyunculuğu da, sinemayı da tutkuyla seviyor. Bu filmde Terrence’in ilk filmden sonra kendini aşmaya çalıştığını ama hâlâ Gwen’in manevi yeteneklerine şüpheyle yaklaştığını görmek onu çok ilgilendirdi. Filmin sonunda Terrence’in Gwen’in söyledikleriyle tamamen yüzleştiği bir sahne var—Jeremy’nin oradaki performansı kusursuz. İnsan kırılganlığını ve onurlu bir çöküşü bu kadar dürüst gösterebilen başka bir oyuncu yok.”



MANDO

DEMIÁN BICHIR


Siyah Telefon 2, Demián Bichir tarafından canlandırılan Mando karakterini tanıtıyor.

Mando, Gwen’in rüyalarında gördüğü çocukların kaybolduğu Alpine Lake kampının sahibidir.

Geçmişi karanlık, hatalarla dolu bir adamdır ama şimdi çocukları korumaya kendini adamıştır.

Onun otoritesi doğruluktan değil, deneyimden gelir; geçmişte yaptığı hatalar, şimdi tehlikedekilere karşı empatisini güçlendirmiştir.

“Mando karakteri, lise yıllarımda tanıdığım birkaç kişiden oluşan bir birleşimdi,” diyor yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson.

“Colorado’daki birkaç Hristiyan kampında tanıştığım, Meksika kökenli ve bana gerçekten ilham veren erkeklerden. Mando’nun belirgin biçimde Meksikalı olmasını, aksanının da öyle olmasını istedim — tıpkı Demián gibi. Onunla karakteri konuşurken Mando’nun geçmişini detaylı şekilde inşa ettik. O karaktere, yazdığımın çok ötesinde derinlik kazandırdı ve sete geldiğimizde onu tamamen yaşattı. Onunla çalıştığım için minnettarım.”

Yazar-yapımcı C. Robert Cargill, Mando’nun kendi gençlik anılarındaki danışmanlardan ilham aldığını söylüyor: “Scott da ben de gençken Hristiyan kamplarına gitmiştik. Mando, o kamplarda tanıdığımız danışmanların bir birleşimi; gençleri doğru yola yönlendirmeye adayan, ikinci bir şansın değerini bilen insanlar. Onu geçmişi hatalarla dolu, ama kefaret arayışında biri olarak yazdık. Demián her sahneye o doğal empatisini taşıdı; karakterin ruhunu tamamen yakaladı.”

Bichir, karakteri kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkarak temellendirdi: “Mando çok şey yaşamış bir adam,” diyor Bichir.

“Gençken birçok hata yapmış ama o hatalar onu şekillendirmiş. Kampa ilk geldiğinde, başka biri yönetirken, kendine bir söz vermiş: Eğer hayatımı düzeltebilirsem, bu ikinci şansı çocukları yanlış yola girmekten alıkoymak için kullanacağım.”

Bu geçmiş, kamp boyunca aldığı kararların da temelini oluşturur: “Mando, kampın yöneticisi olarak Gwen’in vizyonlarında gördüğü çocuklara karşı derin bir sorumluluk hissediyor,” diyor Bichir.

“Bir şeylerin hâlâ ortaya çıkarılabileceğine dair umudunu kaybetmemiş. Bu umut onun için kişisel. Gwen ortaya çıktığında, onda yeniden inanma sebebi buluyor. Gwen’de kaybettiği inancın kıvılcımını görüyor.”

Bichir için en önemli unsur, Derrickson’la kurduğu iş birliği oldu:“Yönetmeniniz aynı zamanda senaristse, sette inanılmaz bir netlik olur,” diyor Bichir.

“Scott sette ne yaptığını çok iyi biliyor; net, kibar ve odaklı. Her sözü amacını bulur. Ayrıca müthiş ekipler kuruyor. Her departman en yetenekli insanlarla dolu ve herkes Scott’un vizyonunu gerçeğe dönüştürmek için bir arada çalışıyor. Gerçek büyük yönetmenler bunu yapar.”


MUSTANG

ARIANNA RIVAS


Mustang, Arianna Rivas tarafından canlandırılıyor.

Mando’nun yeğeni olan Mustang, Alpine Lake kampında çalışan bir çiftlik işçisidir.

Ahırlarda çalışır, mutfakta yardım eder ve kısa sürede Gwen’in en yakın müttefiklerinden biri haline gelir.

“Mustang, ilk taslakta yoktu,” diyor yazar-yapımcı C. Robert Cargill.

“Kampta Mando dışında birinin daha olması gerektiğini düşündük, ama bir danışman değil. O zaman Mando’nun yeğeni olan Mustang karakterini yarattık. Mustang kimsenin saçmalığına tahammül etmeyen biri; korkusuz, keskin zekâlı ve komik. Arianna role öyle bir enerji getirdi ki karakter hemen canlandı. Mustang, Gwen’in ileride olabileceği türden biri; kendi gücünü özür dilemeden sahiplenen bir kadın modeli.”

Mustang, kamptaki kaos içinde sarsılmaz bir dayanıklılıkla öne çıkar:“Mustang dengeli ve sakin biri,” diyor Rivas.

“Kolay kolay paniğe kapılmaz. Serttir, ama çözüm odaklıdır. ‘Ne yapmamız gerektiğine bakalım,’ diyerek krizde bile soğukkanlılığını korur. Bunun altında ise sessiz bir şefkat vardır, özellikle Gwen’le kurduğu bağda hissedilir. Sanki Gwen’de kendisinin genç bir versiyonunu görür.”

Gwen’le olan bu bağ, Finn’e karşı hissettiği temkinli merakla zıtlık oluşturur: “Mustang genelde kendi halinde biridir,” diyor Rivas.

“İnsanlar hakkında hemen karar vermez. Ama Gwen’le tanıştığında onun ateşini fark eder ve bundan hoşlanır. Gwen ne düşünüyorsa söyler, Mustang bunu saygıyla karşılar. O andan itibaren Gwen’in güvenebileceği biri olur. Finn’e gelince… o daha gizemlidir. Onun çok şey yaşadığını anlar, içinde bir güç vardır ama aynı zamanda bir karanlık da taşır. Bu ikilik Mustang’in ilgisini çeker.”

Rivas için bu rol, Scott Derrickson’ın sette yarattığı yaratıcı atmosfer sayesinde şekillenmiştir:“Scott inanılmaz bir güç merkezi,” diyor Rivas.

“Net bir vizyonu var, ama oyuncularına keşif alanı da bırakıyor. Ne istediğini bilmek çok güven verici, ama aynı zamanda ‘Hadi senin fikrini deneyelim,’ diyor. Sabırlı, cömert ve sette herkesin kendini güvende hissetmesini sağlıyor.”


Yönetmen iş başında


MEKÂNLAR VE YAPIM TASARIMI


İlk Siyah Telefon’da Colorado’nun banliyölerinde, tozlu sokaklarda, kentsel çürümüşlüğün ve 1970’lerin korku gerçekçiliğinin karanlık dokusunda geçen bir atmosfer vardı.

Devam filminde ise hikâye o karanlık mahallelerden, izole, karlarla kaplı bir kış kampına taşınıyor.

Bu, ton olarak hem taze hem de nostaljik bir değişim anlamına geliyor — ama Siyah Telefon evrenine özgü o rahatsız edici gerçekçilik korunarak.

“Bu film, ilkinden çok daha geniş bir ölçeğe sahip,” diyor yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson.

“Aksiyonun çoğu, Colorado dağlarının arasında, kışın ortasında geçiyor. Sıcak, kasvetli bir bodrumdan tamamen farklı bir çevre: donmuş bir göl, ormanlar, çam ağaçları, beyaz kar. Ama o güzelliğin altında ölümcül bir şey var. Mekân değişmiş olsa da ruh aynı.”

Yapım tasarımcısı Patti Podesta, ilk filmdeki gibi ikinci filmde de Derrickson’ın görsel vizyonunun merkezinde yer alıyor.

Podesta, Emmy adayı bir tasarımcı olarak (Memento, Siyah Telefon, American Gods), mekânları sadece görsel değil duygusal anlamda da inşa etmesiyle tanınıyor.

“Scott’ın işlerinde mekân, bir karakter kadar canlıdır,” diyor Podesta.

“İlk filmde o bodrum, Grabber kadar ürkütücüydü. Siyah Telefon 2’de ise kar, rüzgâr, sessizlik… bunların hepsi bir tehdit gibi işliyor. O karanlık enerjinin yeni yüzü doğa.”

Film, Kanada’nın Alberta bölgesinde, Calgary çevresindeki donmuş göller ve çam ormanlarında çekildi.

Gerçek kar, sert soğuk ve uzak mesafeler yapım için zorluydu ama Derrickson için gerekliydi: “Ben bilgisayar efektiyle kar görmekten hoşlanmam,” diyor yönetmen.

“Gerçek karın, soğuğun ve buğulu nefesin kamerada verdiği hissi hiçbir efekt yakalayamaz. İzleyici sahnenin içinde o havayı solumalı. Bu filmde doğa, bir tehdit unsuru kadar karakterlerin duygusal durumlarını da yansıtıyor.”

Podesta ve ekibi için en büyük meydan okuma, Alpine Lake Kampı’nı sıfırdan inşa etmekti.

“Bu kamp, hem gerçek hem de rüya gibi hissettirmeliydi,” diyor Podesta.

“Gwen’in vizyonlarında gördüğü bir yer olarak, tamamen gerçek olamayacak kadar mükemmel görünmeli, ama aynı zamanda karakterlerin gerçekten içinde var olabileceği kadar inandırıcı olmalıydı. Bu ince çizgi, Scott’ın işlerinin temelidir: Gerçeklik ile halüsinasyon arasındaki sınır.”

Kamp, üç ana alandan oluşuyor: Ana bina (Mando’nun ofisi, yemekhane ve şapelin birleşimi), Yatakhaneler (karakterlerin gece korkularının mekânı), Göl alanı (final sahnelerine ev sahipliği yapan donmuş yüzey).

Podesta, her alanı karakterlerin psikolojisini yansıtacak şekilde tasarladı: “Yatakhanelerde loş ışıklar, ahşap duvarlarda solmuş posterler, geçmişin yankısı gibi duran eşyalar kullandık,” diyor.

“Ana binada renkleri sıcak tuttuk ama pencerelerden gelen dışarının beyazlığı içeriye sürekli bir soğukluk kattı. Film boyunca içeri ile dışarının savaşı sürüyor — tıpkı Finn ve Gwen’in iç dünyasındaki savaş gibi.”

Gwen’in rüyalarındaki vizyon sahneleri için, Podesta ve görüntü yönetmeni Pär M. Ekberg birlikte özel bir renk paleti tasarladı: “Rüya sahnelerinde dünyayı yavaş yavaş boşaltıyoruz,” diyor Ekberg.

“Renkler soluyor, neredeyse siyah-beyaz gibi ama tamamen değil. Işığın kaynağı görünmüyor; sanki soğuk bir ay ışığı her şeyi sarıyor. Böylece izleyici, Gwen’in zihninde kaybolma hissini yaşıyor.”

Kampın içindeki detaylar da karakterleri tanımlamak için kullanıldı.

“Mando’nun ofisinde eski İncil’ler, paslanmış metal haçlar ve bir sürü kilitli çekmece var,” diyor Podesta.

“Bu hem onun inancına hem de geçmişine gönderme yapıyor. Mustang’in alanı ise posterlerle, karalamalarla, eski plaklarla dolu — asi ama sevecen bir ruh.”

Derrickson, setin hikâye anlatımındaki rolünü şöyle özetliyor:“Bir korku filmi sadece karanlık koridorlardan ibaret olmamalı. Beni en çok etkileyen korkular, tanıdık yerlerde yaşananlardır. O yüzden Siyah Telefon 2’de kampı gerçekçi bir şekilde kurmak istedim. O kadar inandırıcı ki seyirci orada bulunduğunu hissediyor. Ve sonra, o tanıdık ortamda akıl almaz bir şey olunca —işte o zaman gerçekten korkarsınız.”

Podesta’nın tasarımı, görsel olarak da ilk filmle bağ kuruyor:“İlk filmde pastel, kirli tonlar hâkimdi,” diyor Podesta.

“Bu filmde beyaz, gri ve solgun mavi tonlarını öne çıkardık. Karın saflığı, içindeki karanlıkla tezat oluşturuyor. Bodrumun klostrofobisinden çıkıp, geniş ama soğuk bir dünyaya geçtik. Paradoks şu: daha fazla alan var, ama özgürlük daha az.”

Kampın yanı sıra, film Gwen’in rüyaları ve Finn’in halüsinasyonlarıyla da paralel ilerliyor.

Derrickson bu bölümleri “gerçeküstü rüya korkusu” olarak tanımlıyor:“Bunlar klasik ‘rüya sekansları’ değil. Gerçek ve rüya iç içe geçiyor. Bazı sahnelerde seyirci, karakterin gerçekten mi bir kabus gördüğünü yoksa ölülerle mi konuştuğunu anlayamıyor. Bu belirsizlik filmin kalbinde. Ve Patti (Podesta) ile Pär (Ekberg), bu duyguyu sahneye taşımada mükemmel bir iş çıkardılar.”




GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ


Siyah Telefon 2 için yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson, filmin doğaüstü sahnelerinde yeniden Super 8 film formatına döndü.

Bu tercihle, medyanın dengesiz, öngörülemez doğasını kullanarak rahatsız edici bir atmosfer yaratmayı hedefledi.

“Super 8 çekimi tehlikelidir, risklidir,” diyor Derrickson.

“Film makarasının kapısında titrer, geliştirme sırasında hem iyi hem kötü sonuçlar veren görsel bozulmalar yaratabilir. Ama işte bu yüzden beni büyülüyor. Babamın eski 8 mm filmlerini bulup projektörle izlediğim ilk anı hatırlıyorum. İzlerken sanki bir tehlike hissi vardı. Fotoğraflanan şey değil, bizzat ortamın kendisi yüzünden. Super 8 görüntüsünü sinema perdesine yansıttığınızda o kusurlu güzellik, o ‘yaşıyor’ hissi benzersizdir. Birçok yönetmen dijital görüntüyü sonradan 8 mm’ye benzetmeye çalışıyor, ama bence karşılaştırılamaz.”


ANALOG KORKU ESTETİĞİ

Derrickson ve görüntü yönetmeni Pär M. Ekberg, Gwen’in rüyalarının ve Grabber’ın hayaletinin gerçek dünyaya sızdığı sahneleri Super 8 ile çekerek, görüntünün doğasındaki kararsızlıktan yararlandılar.

Super 8’in kullanılamadığı sahnelerde ise Super 16 film tercih edildi; çerçeve, negatifin içinde daraltılarak, Super 8’in titreşimli gren yapısını ve “nefes alan” analog hissini koruyacak biçimde kurgulandı.


HİBRİT FORMAT STRATEJİSİ

Ekberg, “S12” adını verdikleri özel bir hibrit süreç geliştirdi. Bu sistem, Super 8’in kaotik dokusunu, Super 16’nın stabilitesi ve HD’nin esnekliğiyle birleştiriyordu.

Sonuç, hem doğaüstü hem duygusal sahnelerde hayaletimsi bir görsel elde edilmesini sağladı.

Bu yöntem, su altı çekimleri, dublör sahneleri, VFX birleşimleri ve dondurucu hava koşullarında bile o “ruhlu” dokuyu korudu.

Set ve ışık düzeni, aynı anda birden fazla formatla çalışacak şekilde kuruldu; düşük ışıkta bile renk geçişleri ve kontrastlar korunmak için her sahnede anlık ayarlamalar yapıldı.


GÖRSEL TASARIM VE DÖNEMSEL ZITLIKLAR

Gerçek dünyayı betimleyen sahneler sönük renklerle, düşük kontrastlı ışıkla ve doğal gün ışığıyla çekildi.

Bu, hikâyenin Colorado’daki soğuk kış ortamını yansıtmak içindi.

Rüya sekansları ise tam tersine, doygun renkler, akışkan kamera hareketleri ve ifadeci ışık kullanımı ile tasarlandı.

Gerçek ile kâbus arasındaki geçişin hem sarsıcı hem de bütünlüklü hissedilmesi amaçlandı.

Filmdeki farklı dönemler — 1950’ler, 1970’ler ve 1980’ler — kendi görsel dillerine sahip:

her biri için farklı lens, kadraj oranı ve kamera hareketi tercih edilerek, hem zaman farkı hem de tematik derinlik güçlendirildi.


İŞBİRLİĞİ VE PRATİK YENİLİK

Siyah Telefon 2, Ekberg ile Derrickson’ın ilk ortak çalışmasıydı. İkili, deneysel risklere açık bir yaklaşım benimsedi.

Yapım tasarımcısı Patti Podesta ile yakın iş birliği içinde, sahnelerdeki doğal ışık kaynaklarını (gaz lambaları, kamp ateşleri, neonlar vb.) filmin görsel kimliğinin bir parçası haline getirdiler.

Ekip, hava koşullarını avantaja çevirdi: Kar fırtınaları, rüzgârlar ve sis, sinematografiye dâhil edilerek gerilimi artırdı.


KAMERA HAREKETİ VE ATMOSFER

Kameranın dili hikâyeyle birlikte değişiyor:

Gerçekçi sahnelerde sabit ve dikkatli,

Rüya sahnelerinde akıcı ve şiirsel,

Korku anlarında ise elde çekim tarzı tercih edildi.

Super 8 sahneleri, izleyiciyi karakterlerin bakış açısından olayın içine çekmek için özellikle elde çekildi.

Daha geniş formatlardaysa, kompozisyonel denge ve sinema ölçeği korunarak büyük duygusal anlar desteklendi.

“Kamerayı neredeyse bir hayalet gibi hareket ettiriyoruz,” diyor Ekberg.

“Sanki hikâyeyi değil, travmanın yankılarını izliyoruz. Bu yüzden görüntü bazen bulanıklaşıyor, bazen neredeyse yok oluyormuş gibi oluyor. Çünkü bu film, hatırlamanın değil, unutmaya çalışmanın filmi.”




KOSTÜM TASARIMI


DÖNEM GERÇEKLİĞİ VE UYARLAMALAR

Kostüm tasarımcısı Amy Andrews Harrell, filmin gardırobunu 1970’lerin sonu ile 1980’lerin başı arasındaki geçiş dönemine dayandırdı.

Bu dönemin soğuk iklimlerdeki kış modasını temel alarak, Denver’ın karlı atmosferine uygun kıyafet katmanlarını yeniden inşa etti.

Araştırmalar arasında Sears katalogları, Seventeen ve Boys’ Life dergileri ile dönemin lise yıllıkları yer aldı.

Amaç, stilize nostalji yaratmak değil, o dönemin gerçek insanlarının “yaşanmış” kıyafet alışkanlıklarını yansıtmaktı.

Kanada’daki çekimlerin aşırı soğuğuna dayanabilmek için kostümler gizli ısıtma sistemleriyle donatıldı:

Pil destekli termal içlikler,

İçten ısıtmalı montlar ve ceketler kullanıldı.

Bu şekilde oyuncular, -20 dereceye varan hava koşullarında bile dönemin siluetini bozmadan korunabildi.


THE GRABBER

İlk filmde Tom Savini tarafından tasarlanan maskeye dayanarak, Siyah Telefon 2’de Grabber’ın maskesi yüzünün kalıcı bir parçası haline getirildi.

Artık maske, sanki derisine donmuş gibi buz tutmuş ve çatlamış bir görünüme sahip.

Kostüm, donmuş cehennemden çıkmış bir varlığı yansıtacak şekilde tasarlandı:

Mont, kemer tokası, yüzükler ve eldivenlere don efekti uygulandı.

Üzerinde sürekli buz kristalleri birikmiş gibi görünüyor.

Her detay, Grabber’ın öte dünyadan gelen lanetli bir gölgeye dönüştüğünü vurguluyor.

“Grabber artık bir insan değil,” diyor Harrell.

“Yüzündeki maskeyle bir olmuş durumda. Onu süslemek yerine, çürümesini tasarladık.”


FINN

Finn’in ana görünümü, özel dikim yeşil bir bomber ceket etrafında şekillendirildi.

Bu parça, iki farklı vintage askeri modelin birleşiminden oluşturuldu ve 1960’ların film yıldızı Steve McQueen’in stilinden ilham aldı.

Ceket, baba-oğulun bir ordu dükkânından birlikte seçebileceği türden bir giysi olarak düşünüldü.

Böylece hem dayanıklılığı hem de duygusal bağ hissini taşıyor.

Kostüm, Finn’in çocukluktan ergenliğe geçişini ve kendine güvenini simgeliyor.


GWEN

Gwen’in lavanta rengi kayak montu, filmin renk paletinin merkezini oluşturuyor.

Bu montun özgün mor tonunu ve mor kenar çizgilerini, bizzat Scott Derrickson seçti.

1980’lerin erken dönemine uygun şeritli, dar kesimli bir siluet oluşturularak, hem dönemin modası hem Gwen’in bağımsız karakteri vurgulandı.

Kostüm, su altı sahnelerinde güvenlik ve hareket özgürlüğü sağlayacak şekilde özel olarak dikildi.

İç kısmında hafif neopren destekleri ve ekstra fermuarlar bulunuyor.


ERNESTO

Ernesto’nun giyim tarzı, abisi Robin’in sertliğine tam bir tezat oluşturuyor.

Geniş yakalı kazaklar, kadife pantolonlar ve düz ayakkabılar tercih edilerek onun daha sakin, içine kapanık kişiliği yansıtıldı.

Bu sade stil, karakterin duygusal yükünü ve kaybını sembolize ediyor.


MANDO

Mando’nun görünümü, sert kış koşullarında hem sıcak hem işlevsel olacak şekilde tasarlandı.

Kürk astarlı bir mont, kapüşonu aslana benzer şekilde kapanan özel bir yaka, yün içlikli pantolonlar ve kalın eldivenler kullanıldı.

Kıyafet, hem otorite hem de yorgun bir geçmiş hissi vermek için yaşlandırıldı.

Renk paleti, toprak tonları ve solgun haki arasında değişiyor.


MUSTANG

Mustang’in tarzı, çiftlikte geçen yaşamına uygun olarak oluşturuldu: Wrangler marka kot pantolonlar, Kişiye özel, üzerinde adı ve at motifi bulunan deri kemer, Çift katmanlı shearling (kürk astarlı) mont.

Bu montun iç kısmına entegre bir yelek eklendi; böylece oyuncu hem sıcak kaldı hem de hareket kabiliyetini korudu.

Siluet, hem fonksiyonel hem karakteristik olacak şekilde planlandı — güçlü ama zarif.


KAMP ÇOCUKLARI

Gwen’in rüyalarında gördüğü kamp çocuklarının kıyafetleri tarihsel doğrulukla yeniden üretildi.

Her biri 1950–80 arası farklı dönem stillerini temsil ediyor.

Aynı zamanda duygusal bir ton yaratmak amacıyla renk kontrastları özellikle hesaplandı:

Bir çocuğun büyük sarı parkası, 1950’lerdeki Eddie Bauer keşif ceketlerinden uyarlandı.

Bir diğerinin kürk astarlı kot ceketi, kırsal işçi modasından ilham aldı.

Üçüncüsünün beyaz yün düğmeli montu, kar üzerindeki kan lekesi kontrastını vurgulamak için seçildi.

“Bu çocukların hepsi kayıp anılardan ibaret,” diyor Harrell.

“Kıyafetleri, sanki hayaletleri ilk göründükleri andaki halleriyle dondurulmuş gibi olmalıydı.”




MAKYAJ TASARIMI


DÖNEM GERÇEKLİĞİ

Makyaj departmanı şefi Colin Penman, filmin görsel kimliğini 1980’lerin başındaki gerçekçi görünüm üzerine kurdu.

Kendi 1982 lise yıllığından ve dönemin arşiv fotoğraflarından ilham alarak, o dönemde Denver’da yaşayan gençlerin doğal görünümlerini yeniden yarattı.

Aşırı kültürel klişelerden ve “nostaljik parodi” tarzı makyajlardan özellikle kaçındı.

Bunun yerine, hafif kızarmış yanaklar, doğal dudak tonları ve soğuk havanın etkisiyle kızaran cilt gibi küçük ama otantik detaylara odaklandı.

Hedef, dönemi abartmadan hissettirmekti — sanki karakterler gerçekten 1980 yılından çıkıp kameranın önüne gelmiş gibiydi.


EFEKT SAHNELERİ

Filmin unutulmaz telefon kulübesi sekansı için, Penman ve yazar-yapımcı-yönetmen Scott Derrickson, Brian De Palma’nın klasik filmi Carrie’ye doğrudan bir saygı duruşu hazırladı.

Bu sahnede, hem korku hem güzellik dengesini kurmak için su, kan ve ışık dikkatle harmanlandı:

Su tabancaları ve şişelerle farklı yoğunluklarda karıştırılan sıvılar,

Aydınlatmayla birlikte yavaş yavaş katmanlaştırıldı.

Penman, korku ile estetiğin çarpıştığı bir an yaratmak istediğini söylüyor:

“Scott’la birlikte dengeyi aradık. Çok fazla kan, duyguyu öldürür. Azı da sahnenin gücünü düşürür. Doğru miktarda olduğunda, hem rahatsız edici hem hipnotik bir etki yaratıyor.”


MANDO’NUN DÖVMELERİ

Demián Bichir’in canlandırdığı Mando karakterinin geçmişine derinlik kazandırmak için, el ve parmaklarına 1940’lardan kalma dövme desenleri eklendi.

Penman, tarihsel referansları tarayarak özgün dövme illüstrasyonları çizdi ve bunları dijital olarak yaşlandırdı.

Bu dövmeler, Latin Amerika askeri birliklerinin eski sembollerinden ve kurtuluş temalı dini ikonografilerden esinlenerek oluşturuldu.

Her çekim günü uygulama yeniden yapıldı, çünkü çekimler sırasında kar, su ve sahne efektleri dövmeleri bozabiliyordu.

Dövmelerin amacı, karakterin geçmişini doğrudan anlatmadan hissettirmekti:

“Mando’nun elleri, onun hayat hikâyesi gibiydi,” diyor Penman.

“O dövmelere baktığınızda, bu adamın gençliğinde tehlikeli biri olduğunu ama değiştiğini hissediyorsunuz. Her çizgi bir hatırayı taşıyor.”


GRABBER’IN YÜZÜ VE DÖNÜŞÜMÜ

Grabber’ın makyajı, Siyah Telefon 2’nin en zorlu ve simgesel öğelerinden biri oldu.

Artık yaşayan bir insan değil, ölümden dönmüş bir varlık olarak görünüyor.

Makyaj departmanı, Ethan Hawke’un yüzünde saatler süren bir dönüşüm gerçekleştirdi: Buz kristali dokuları, Donmuş deri çatlakları, Kısmen maske, kısmen cilt dokusu efektleri. 

Maske, yüzün bir parçasıymış gibi tasarlandı; silikon katmanların altına soğuk tonlu damar efekti işlendi.

Görsel efektlerle birleşince, sonuç gerçek ile doğaüstü arasında rahatsız edici bir sınır yarattı.

“İlk filmde korkunç olan maskeydi; bu filmde korkunç olan, maskenin artık onun yüzü olması,” diyor Penman.

“Ethan Hawke’un gözleri dışında her şey donmuş. Onun nefesi bile buharla değil, sanki soğuk öfkeyle çıkıyor gibi görünmeli. Makyajın her detayı, o ölümsüzlüğün lanetini taşıyor.”


GÖL SAHNELERİ

Donmuş göl sahneleri, makyaj açısından da teknik olarak karmaşık sahnelerdi.

Oyuncuların dudak rengi, cilt tonları ve soluk alma efektleriyle soğukta ölüm hissi yaratıldı.

Penman, oyuncuların yüz hatlarını donma aşamasına göre üç farklı “soğuk seviyesi”nde planladı: Soğuğun ilk etkisi: hafif kızarma, göz yaşarması. İlerleyen donma: morarma, solgunluk, burun ve kulak uçlarında mavilik. Hipotermi aşaması: kan çekilmiş gri ton, yavaşlayan nefes, mat gözler. 

Bu efektler, dijital değil tamamen pratik makyajla uygulandı.


RÜYA GÖRÜNTÜLERİ VE GÖLGELER

Gwen’in rüyalarında görülen çocuk ruhları için özel makyaj teknikleri geliştirildi.

Her bir çocuk farklı “ölüm teması”nı temsil ettiğinden, ten tonları ve yara izleri de farklıydı: Biri suyla boğulmuş gibi mavimsi solgun, Biri donmuş gibi beyaz damarlı, Biri yanık lekeleriyle kaplı.

Makyaj, ışıkla etkileşim kuracak şekilde tasarlandı — böylece ruhlar hareket ettikçe yüzlerinin belirli kısımları kaybolup geri geliyordu.

“Bu filmde korku sadece yüzeyde değil,” diyor Penman.

“Yüzlerin altındaki geçmişler de görünür hale geliyor.”




SON DOKUNUŞ


Makyaj departmanı, film boyunca kullanılan Super 8 ve Super 16 formatlarına uygun özel bir cilt dokusu hazırladı.

Normal makyaj ürünleri, analog filmde aşırı parladığı için mat, düşük yansımalı formüller geliştirildi.

Her oyuncunun cilt tipi ayrı test edildi; böylece analog gren dokusu, doğal tenle bütünleşti.

“Super 8 filmde makyaj bir anda kabusa dönüşebilir,” diyor Penman.

“En küçük parlaklık bile izleyiciyi gerçeklikten koparır. Bu yüzden makyajın görünmez olması gerekiyordu. Eğer seyirci makyajı fark etmediyse, işimizi doğru yapmışız demektir.”


#BlackPhone2


#SiyahTelefon2


Filmin mmknmrtb notu:   57   /100