27.11.22

Bones and All / Kemikler ve Her Şey

 


Metro Goldwyn Mayer Pictures aşka dair bir film olan, Luca Guadagnino (“Call Me by Your Name”) yönetimindeki Bones and All / Kemikler ve Her Şey'i sunar. 

Guadagnino bu filmle, kısa süre önce Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen dalında Gümüş Aslan ödülüne layık görüldü. 



Bones and All, toplumun kıyılarında hayatta kalmayı öğrenen genç bir kadın olan Maren (Taylor Russell) ile dışlanmış ve hakları elinden alınmış bir serseri olan Lee (Timothée Chalamet) arasındaki ilk aşkın hikayesi... 

Tanışmalarının ardından Ronald Reagan dönemi Amerika'sının arka yollarından, gizli geçitlerinden ve tuzak kapılarından geçerek bin beş yüz kilometrelik bir serüvene çıkan bu iki gencin bütün çabalarına rağmen, tüm yollar onları korkunç geçmişlerine, ötekiliklerine rağmen aşklarının sürüp sürmeyeceğini belirleyecek son bir hesaplaşmaya götürecektir. 



Bones and All'in başrollerinde yer alan isimler şöyle: Bu yılki Venedik Film Festivali’nde En İyi Genç Oyuncu dalında Marcello Mastroianni Ödülü kazanan Taylor Russell (“Waves”, “The Heart Still Hums”); Timothée Chalamet (kendisine Oscar adaylığı getiren “Call Me by Your Name”, “Dune”); Michael Stuhlbarg (“Call Me by Your Name”, “The Shape of Water”); André Holland (“Passing”, “Moonlight”); Chloë Sevigny (“We Are Who We Are”, “American Horror Story”); David Gordon Green (“Halloween Ends”, “The Unbearable Weight of Massive Talent”); Jessica Harper (“Suspiria”, “Minority Report”); Jake Horowitz (“Adam Bloom”, “The Vast of Night”); ve Mark Rylance (kendisine Oscar kazandıran “Bridge of Spies”, “Wolf Hall”). 

Filmin Camille DeAngelis’in romanına dayanan senaryosunu David Kajganich (“Suspiria”, “A Bigger Splash”) kaleme aldı, yapımcılığını Luca Guadagnino, Theresa Park, Marco Morabito, David Kajganich, Francesco Melzi d’Eril, Lorenzo Mieli, Gabriele Moratti, Peter Spears ve Timothée Chalamet; yönetici yapımcılığını ise Giovanni Corrado, Raffaella Viscardi, Moreno Zani, Marco Colombo ve Jonathan Montepare üstlendi. 



Guadagnino’nin kamera arkası ekibi; görüntü yönetiminde Arseni Khachaturan (“Eyimofe (This Is My Desire)”, “The Idol”), yapım tasarımında Elliot Hostetter (“Beckett”, “Waves”), kurguda Marco Costa (“We Are Who We Are”, “Suspiria”) ve kostüm tasarımında Giulia Piersanti’den (“Suspiria”, “Call Me by Your Name”) oluşuyor. 

Filmin müziği ise besteciler Trent Reznor ve Atticus Ross’un (“Soul”, “Mank”) imzasını taşıyor.  

Metro Goldwyn Mayer Pictures’ın sunduğu film bir Frenesy Film Company ve Per Capita Productions yapımı olup, The Apartment Pictures, A Freemantle Company, Memo Films, 3 Marys Entertainment, Elafilm, Tenderstories işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir. 

Filmin gösterimi 25 Kasım 2022’de başlayacaktır.

Korku, şiddet ve olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar içermesi nedeniyle film (18+) 18 yaş ve üzeri izleyici kitlesi içindir.



Luca Guadagnino’nun Yönetmen Beyanı


Haklarından mahrum bırakılanlarla ilgili bir şey var, toplumun sınırlarında yaşayan insanlarda beni çeken ve duygulandıran bir şey var. Bütün filmlerim dışlanmışlar hakkında ve "Bones and All/Kemikler ve Her Şey"deki karakterler de bende yankı uyandırdı. Bu bağlamda, 80'lerde Ortabatı Amerika'yı doku açısından ele almak da benim için ilginçti. Bu tür bir modern ortamda gezginin, seyyahın, avarenin hikayesi fikri bana çok Amerika'ya uygun geldi ve ABD'de film yapmaya başlamak için iyi bir yer gibi göründü. 

Filmin özü karakterlerine karşı şefkatli ve sevecen. Ben onların duygusal yolculuklarıyla ve başlarına neler geleceğiyle ilgileniyorum;  bu karakterler için imkansızlığın içindeki olasılık nerede? Hayır, filmin transgresif olduğunu düşünmüyorum ama belki de post modernizmde o kadar ileri gittik ki bu hikayeyi klasik bir şekilde anlatmak transgresif hissettirebilir. 

İzleyicilerimden bu yolculuğa katılmalarını istiyorum; keşifle ilgili bir yolculuk bu. Kim bu insanlar? Neden böyle davranıyorlar? Ne öğreniyorlar? Ve böylece biz de kendimiz hakkında ne öğreniyoruz? 

Ben Katolik bir ülkeden geliyorum ve hayatımızın her gününde yamyamlık metaforu mevcut: İnce (evharistiya) yufkası metaforu içinde İsa'nın Bedeni. Aynı zamanda bizler hâlâ hayvanız –bir yanımız akıl, bir yanımız içgüdü. Dürtülerimizin bir kısmı sosyal, bir kısmı ise atalarımızdan kalma. Bu, bir insanın başka bir insanı yok edebilmesinin nihai yoludur ama filmin konusu bu değil. Film benim için daha çok kim olduğuma ve hissettiklerimin –eğer bu kendi içimde kontrol edemediğim bir şeyse– üstesinden nasıl gelebileceğime dair bir meditasyon olmak istiyor. Ve son olarak, ötekinin bakışında kendimi ne zaman bulabileceğim? 



Film Hakkında


Luca Guadagnino ("Call Me By Your Name") sinemaseverlere karanlık ve tekinsiz olduğu kadar olağanüstü şefkatli de olan bir aşk hikâyesi sunuyor; bu aşk hikayesinin iki Amerikalı aykırı kahramanı ait olabilecekleri bir yuva bulmayı arzularken, onları başkalarından farklı kılan ve kaçmak için yollara düşüren, şiddetli, her şeyi tüketen bir iştahı paylaştıkları bir kendini keşif yolculuğuna beraberce çıkarlar. 

Bu kanundan kaçış serüveni, 1980'lerde, bir sırla doğan ve tüm normal insan sınırlarının dışında açıklanamaz bir açlıkla hareket eden genç Maren ile başlar. Diğerleri gibi olamayan, kasabadan kasabaya taşınan Maren, uzun zamandır kendini iflah olmaz bir dışlanmış gibi hissetmektedir. Kalbi kırık babası artık ona yardım edemeyeceğine karar verdiğinde, Maren'in kendi başına yola çıkmaktan başka çaresi kalmaz. Sonra yalnız olmadığını keşfeder. Onun gibi başkaları da vardır. Aynı ezici ihtiyacı bilen başkaları. Maren'in hayatta kalmasına yardım eden, ona giderek daha da yakınlaşan, birbirlerine karşı tehlikeli bir şekilde savunmasız hâle geldiklerinde bile yasak arzularının ötesini gören küçük kasaba asisi Lee gibi diğerleri.

İçinde bulundukları durum tüyler ürpertici bir korku olsa da, Guadagnino, filmde, Maren ve Lee'nin hikayesini türün sınırlarının çok ötesine taşıyor. Arzuları ne canavarca ne de gotik olarak ele alınıyor, sadece kaçınılmaz kaderleri olarak görülüyor. Ve macera ilerledikçe, süperstar Timothée Chalamet ve yükselen yıldız Taylor Russell'ın etkileyici duygusal performanslarıyla hayat bulan hikayeleri başka bir şeye dönüşüyor: Onların yaradılışlarına tahammül edemeyen tehlikeli bir dünyada kimliklerini arayan ve güzelliğin peşinde iki gencin özgürleştirici yol macerası. 

Guadagnino'ya göre, karakterlerin ete olan açlığı ani ve tehditkâr olsa da, asla çarpıcılık uğruna tabuları yıkmakla ilgili değil; hatta tam tersiydi: Kaybolanlara, uyum sağlayamayanlara ve sınırlarda dolaşmak zorunda kalanlara, toplum tarafından tamamen reddedilen ama birbirleri tarafından kabul görenlerle empati kurmakla ilgiliydi. "Bones and All/Kemikler ve Her Şey", yönetmenin ifadesiyle, "imkansız aşkı, hakları ellerinden alınanları ve bir yuva bulma hayalini konu alıyor." 

Yönetmen şunu da ekliyor: "Bu, iki gencin kendileri için yuva diye bir şey olmadığını fark etmelerinin ve bu yüzden yuvayı yeniden keşfetmelerinin hikayesi. Maren ve Lee kimliklerini olağanüstü koşullar altında arıyorlar ama sordukları sorular evrensel: Ben kimim, ne istiyorum? Taşıdığım bu kader duygusundan nasıl kaçabilirim? Başka biriyle nasıl bağlantı kurabilirim?



“Bones and All/Kemikler ve Her Şey”in Kökleri


Luca Guadagnino'nun en içgüdüsel, tarif edilemez duyguları yakalayabilen, son derece hümanist filmleri birçok konuyu ele aldı. Fakat belki de yönetmenin en çok sevilen filmi, yaz aşkının güneşli hikayesi "Call Me By Your Name"dir. "Bones and All/Kemikler ve Her Şey" de sürükleyici bir gençlik aşkını konu alsa da, bu aşk neredeyse zıt bir dünyada şekilleniyor. Bu, Guadagnino'nun Amerika'da çektiği ilk film ve Amerikan geleneği olan dönüştürücü yolculuğa bir gönderme. Öte yandan, söylencedeki bir dönüşümle, bu Amerika'da, "öteki" olmakla lanetlenmiş ve belli bir geleceği olmayan bu iki insan, kaçış ve kabul görmeye dair ışıltılı bir hayalin peşine düşüyorlar. 

Guadagnino'nun bu öyküyle ilk karşılaşması en sevdiği yazarlardan birinin senaryo uyarlamasıyla oldu: David Kajganich, daha önce de, Guadagnino imzalı romantik komedi "A Bigger Splash"i ve korku klasiği "Suspiria"nın yeni uyarlamasının senaryosunu yazmıştı. Yönetmen, birden fazla yoruma yer bırakan bu çok farklı öykünün kendisini mıknatıs gibi çektiğini fark etti. "David'in senaryoları kalıpların o kadar dışında ve insan davranışlarına o kadar uyumlu ki, her zaman bir hazine değerinde. Seyirciyi asla ikinci plana atmıyor. Çok hızlı bir şekilde, kendimi bilinçsizce bu dünyanın içine çekilmiş hissettim" diyor Guadagnino.

Bu dünya, Camille DeAngelis'in 2015 tarihli aynı adlı genç yetişkinlere yönelik romanından farklı olsa da ondan esinlendi; bu romanda, genetik bir ihtiyaçla doğan bir gencin diğer insanları tüketmesi konsepti, bir ergenliğe giriş hikayesini tamamen altüst etmek için kullanılmıştı. 

Kajganich şöyle diyor: "1980'lerin Ortabatı'sında kapalı bir kırsal kesim ergenliği yaşamış biri olarak, Camille'in romanını ilk kez okumak bana beklenmedik ve canlandırıcı bir şekilde dokundu. Başkalarının gözünde 'öteki' olarak görülmenin ne demek olduğunu çok fazla insan bilir ve ergenlik dönemi bu 'ötekileştirmenin' çokça yaşandığı bir dönemdir. Dolayısıyla, kitabın bir şeyleri aktarmaya çalışırken bende bu deneyime dair uyandırdığı his asillikti, ancak tamamen yeni bir pencereden." 

Kajganich, Maren'in gücünü bulan her kızın son derece özdeşleşilesi endişeleriyle nasıl mücadele ettiğine odaklandı: Aşk ve ahlakın belirsizlikleri; bedenin gizemleri ve yükleri; isyanın cazibesi ve bedelleri; ve sadece bir benlik duygusu oluşturmanın değil, ne kadar karmaşık olursa olsun kimliğinize sahip çıkma cesaretinin zorlukları. Ancak Maren'in durumunda, tüm bunlar tek bir kapsayıcı soruna bağlıydı: Sevdiklerini, iliklerine kemiklerine varana kadar yutmaya yönelik ürpertici içgüdülerine rağmen herhangi biriyle yakınlaşıp yakınlaşamayacağı. 

Kajganich senaryoyu yazarken nelere zaman harcadığını şu şekilde açıklıyor: "İster yeme bozukluğu, ister beden modifikasyonu ve benzeri olsun, genç kadınların bedenleriyle yaşadıkları uyumsuzlukları okudum. Pek çok kadın arkadaşımla ergenlik dönemleri hakkında konuştum... ama aynı zamanda arkadaşlarımla ilk aşkın her birimiz için nasıl bir his olduğu üzerine kafa yorarak da epey zaman geçirdim. Senaryoya yön veren içgörülerin çoğu arkadaşlarımdan geldiği için —ki onları yargılamaktan kaçınmak benim için bir onur ve görevdir— Maren'e bir tür arkadaş olarak yaklaşmama da yardımcı oldu. Senaryoyu yazarken bu karaktere kendimi çok yakın hissettim ve umarım filmi izleyen genç kadınların onda kendilerinden anlamlı parçalar bulacakları kadar iyi bir iş çıkarmışımdır." 

Guadagnino'ya göre, senaryonun en ilham verici yanı, karakterlerin güçlü arzuları değil, Kajganich'in çizdiği tüm o karakter portreleriydi: Derbederler, serseriler ve alışılmışın dışında, görünmez hayatlar süren yalnız ruhlar. Bu filmde farklılığın, yalnızlığın, görünmeyen Amerika'nın irdelenişini gördü, ama özellikle de bizi birbirimizden ayırmakla tehdit eden onca şey varken insanoğlunu birbirine bağlayan şeyin geniş kapsamlı şekilde irdelenişini.

"Beni, belki de isteyerek, olayların merkezinde olmayanlar çekiyor. Benim için 'Bones and All/Kemikler ve Her Şey' sosyal dünyanın kıyılarında yaşamak zorunda olan iki insanın hikayesi" diyor Guadagnino ve ekliyor: "Bunu asla korkutucu olarak görmedim. İnsanların bu karakterleri sevmelerini, anlamalarını, onlara destek olmalarını ve onları yargılamamalarını istedim. Maren ve Lee'de insan olarak bizi oluşturan tüm olasılıkların sinematik bir yansımasını görmelerini istedim." 

Kajganich senaryosunun temalarıyla Guadagnino'nun bu kadar uyumlu olmasına şaşırmadığını ve onun senaryoyu beyaz perdede nereye götüreceğini görmek için sabırsızlandığını şu sözlerle aktarıyor: "Bu hikayenin Luca'nın arzu ve kimlik konusundaki gözü kara tutumuyla gerçekten daha da cesur olabileceğini düşündüm ve kesinlikle öyle de oldu. Senaryonun, izleyicileri, Maren ve Lee'yle ilişkilerine önce zorlu, hatta dehşet verici bağlamlarda başlamaya, sonraysa genç bir aşk hikayesinin beklenmedik zemininde onlara gitgide daha yakınlaşmaya davet etme ısrarının Luca'yı korkutmayacağını biliyordum. Luca sayfa üzerindeki hiçbir şeyden korkmuyor, belki asılsız olanlar hariç." 

Tüm bu yamyamlık Guadagnino'ya bir provokasyon olarak değil, daha çok bir atmosfer olarak göründü. Yönetmen, et yiyip kan içmenin uzun zamandır dini ve edebi bir metafor olduğunu belirtiyor. Öte yandan, karakterlerin rahatsız edici iştahlarına hayatlarının bir gerçeği, uyku kadar hakiki ve zaruri bir gereksinim olarak yaklaşmaya karar verdiğini ifade ediyor. Daha da önemlisi, onların bu gerçeği aslında bir hastalık: Korku, utanç, zorlama ve önyargıyı dayatan, onları dışlayan ve insan doğasının ilkel yanıyla, hepimizin verebileceği zararla sürekli ve elle tutulur bir şekilde yüzleşmeye zorlayan bir hastalık. Guadagnino, beslendiklerinde bunun "onlar için zor ve üzücü" olduğunu, gerekli ve doyurucu olsa da her zaman pişmanlığa yol açtığını vurguluyor. 

Bu da gerçekçiliğe katkıda bulunuyor. Guadagnino, "Bu, kontrol edemedikleri belli bir koşula maruz kalan insanların hikayesi ve başka pek çok koşulu da akla getirebilecek bir şey. Ama en başından itibaren bu insanların varlığına inandım. Ve seyircinin de fantastik unsurları işin içine katmadan onların varlığına inanmasını istedim" diyor. 

Kajganich hikayenin sinemada tam da bu şekilde hayat bulmasını umuyordu; puslu bir peri masalı olarak değil, tamamen gündelik dünyamızdan bir kesit olarak. "Sinema bir empati dilidir, bu yüzden her zaman seyircinin duygusal zekasına güvenirim. Her ne kadar bunu bir korku filmi olarak düşünmesem de, bu karakterlerin ilk başta 'ötekileştirebileceği' zemin konusunda görsel olarak samimi olmasaydık, seyirci için empati eğrisi çok daha az olurdu" diyor Kajganich ve ekliyor: "Seyircilerin bu karakterlere karşı geliştireceklerini umduğum gerçek sevginin yanı sıra gerçek bir tiksinti hissetme fırsatına da sahip olmalarını istedim." 

Her zaman güçlü kadın karakterlere ilgi duyan Guadagnino, tam anlamıyla bir yetişkin olmayan Maren'in, arzu etmediği kaderine yaklaşımındaki zengin giriftliği ortaya çıkarmaya gayret etti. Maren dürtülerini asla kabullenmez, her fırsatta, başkalarına zarar vermeden bu hayattan çıkamamanın etik açmazıyla boğuşur. Yönetmenin ilgisini yönelttiği nokta, Maren'in, sadece kim olduğuyla yüzleşmeye çalışmakla kalmayıp, bir adım daha ileri giderek, kendini sınırlamak, seçeneklerini ortadan kaldırmak isteyen ve onu güvensiz kılan bir gerçekliğin içinde, olabileceği kişinin sınırlarını zorlaması.

"Maren'i tamamen Amerikan edebiyatının büyük geleneğine uygun bir gezgin ve arayış içindeki insan olarak gördüm" diye açıklıyor yönetmen ve şöyle devam ediyor: "Maren keşif timsaline dönüşen birinin ikonik niteliğine sahip; her ne kadar, 80'lerde, dışlanmış, haklarından mahrum bırakılmış bir genç kız olsa da." 

Hikayenin gezginlik unsuru da Kajganich için kilit öneme sahipti. "Yol bir katalizör, bir büyüme hızlandırıcısı olabilir ve bu nedenle efsanevidir. Referans noktalarınız her dakika değişirken, kişinin kimliğinin gizli yapıları yolda daha görünür hâle gelir." 

Proje Guadagnino'ya da bir hediye sundu: Lee'nin masumiyet ve çalkantı karışımını aktarma yeteneğine sahip olduğundan şüphe duymadığı Chalamet'yle yeniden bir araya gelme ve hikayeyi günümüzün bir parçası hâline getirme fırsatı. "'Call Me by Your Name'de çok güzel bir deneyim yaşadık ve o zamandan beri Timothée'nin sinemadaki yolunun, harikakulade kişiliğinin gelişimini izledim" diyor Guadagnino ve ekliyor: "Hemen dedim ki, Timothée oynadığı takdirde bu filmi yapacağım. O da senaryoyu çok sevdi. Bunun üzerine, bazı unsurların daha da öne çıkmasını sağlamak için David'le birlikte senaryo üzerinde çalışmaya başladık." 

Ayrıca, ABD'nin daha önce hiç görmediği bölgelerinde bir yabancı olarak çekim yapma ve 80'lerin Amerika'sını yeniden yaratma fikrinin de kendini heyecanlandırdığını belirten yönetmen, şunları aktarıyor: "80'ler büyük çelişkilerin yaşandığı bir dönemdi. Amerikan ekonomisinin bir kısmı büyürken diğer bir kısmı yoksullaşıyordu, iyimserlik yükselirken bazıları resmin dışında kalıyordu. Dönemin bu karakterlerin iç çelişkileriyle, uzlaşma arayışlarıyla ve bunun imkansızlığıyla paralel olduğunu hissettim." 

Guadagnino'nun yapmayı reddettiği yegâne şey, Maren ve Lee'ye zerre kadar hiciv ya da iğneleme emaresi katmaktı. Yönetmenin filmin her karesinde karakterlere en sevecen bakış açısıyla yaklaşması çarpıcı bir seçim. Guadagnino, "Filmde alaycılık yok. Bundan uzak" diye onaylıyor ve ekliyor: “Ve bu Taylor, Timothée ve tüm oyuncuların çok insani olmayı taahhüt etmeleri sayesinde mümkün oldu sadece. Benim için hiciv ve alaycılık çok kolay bir şekilde bazı şeylerin üzerini kapatan bir örtüye dönüşebiliyor ama bu film için farklı bir bakış açısı istedim. Maren ve Lee'nin duygularına tamamen sadık kalmak istedim."  



Maren’i Hayata Geçirmek


Dünyaya tek başına adım atmak zorunda kalan, kendini kendi isteklerinden korumak zorunda olan ve uçlara giden yolda genç bir kadının en karanlık tehlikeleriyle yüzleşen Maren'i canlandırması için Guadagnino'nun aklında en başından beri bir oyuncu vardı. Taylor Russell'ı Trey Shults imzalı "Waves" filmindeki ödüllü çıkış rolünde izledikten sonra, onun alttan alta keşfedilecek bir yanı olduğunu hissetmiş olan yönetmen, aralarındaki bağı doğrulayan bir konuşmanın ardından, ona "Bu rolü istiyorsan, senindir" dediğini belirtiyor. 

Russell, Maren'i oynama fırsatını kesinlikle istiyordu. Bunu şöyle aktarıyor: "Luca tanıştıktan sonra bana senaryoyu gönderdi ve daha önce hiç böyle bir şey okumadığım için aklım başımdan gitti. Ötekiliğin içinde bile derin bir bağ duygusu bulabileceğinize dair umutla ilgili bir hikaye olmasına bayıldım. Maren'in çok gizemli ve anlaşılması zor olmasını sevdim ve onun özlem duygusuyla bağ kurdum. Luca tanıdığım en şiirsel insanlardan biri, insanın duygularına ve giriftliğine inanılmaz derecede duyarlı biri olduğu için bu hikayeyle harika bir bileşim oluşturacağını söyleyebilirim."

Guadagnino sette Maren karakterinin her yönden büyümesini izledi. "Maren benim için Taylor sayesinde tamamlandı" diyor ve ekliyor: "Taylor, Maren'i zaman zaman donuk, zaman zaman inatçı yapabildi, itici sayılabilecek niteliklerini keşfedebildi; ama tüm bunların altında onun müthiş empatisi yatıyordu. Maren'in kusurlarını çok daha dokunaklı hâle getirdi." 

Russell'a göre Maren'in anahtarı, ona, bir yandan ilk aşkın rüya gibi sarhoşluğunu ve özgürlüğünü yaşarken bir yandan da yargılardan kurtulmaya çalışan biri olarak yaklaşmaktı. Russell, "O hâlâ bir ergen ve bir ergen olarak çoğu zaman kontrol sizde değil" diyerek, şöyle devam ediyor: "Maren bunu çoğu kişiden daha da yoğun yaşıyor. Babasının onu terk etmesi çok kritik bir an ve o zaten her şeyi çok derinden hissettiği bir yaşta. Tüm hayatı başkalarıyla yakınlaşamamakla tanımlanmış ve yine de ifade edilmesi gereken onca öz farkındalığa ve duyarlılığa sahip. Lee'de bulduğu şey de bu." 

Guadagnino'nun izinden giden Russell, Maren'in insanları yemesini uhrevi bir şey olarak değil, hayattaki her zorluk gibi, Maren'in elinden gelenin en iyisini yapmaktan başka çaresi olmayan doğal bir gerçek olarak ele aldı. "Hayatta kalmak için yapması gereken tek şey bu" diye özetliyor Taylor ve ekliyor: "Bu hayatı seçmemiş olsa bile açlığına boyun eğmek zorunda. Ama benim için filmdeki yamyamlık, hikayenin anlattığı diğer her şeyi içinde barındıran bir kap sadece. Bana göre, onda bu mevcut durumundan çok daha ilginç şeyler var." 

Muzip bir gülümseyişe, kambur bir duruşa sahip, sessizce meydan okuyan Lee'yle tanışmak, Maren'e farklı bir hayata, ortak bir hayata inanması için bir neden verir; artık kim olabileceklerine dair hiçbir sınır olmadan yollara düşerler. Seyahatleri Maren'e sahip olamayacağını düşündüğü her şeyi sunar, o da bunu sonuna kadar kullanır. Manzaranın kendisi bile onun üzerinde iz bırakır. Russell, "Yolun ve tanıştığı adamların vahşiliği ona vahşi olma ve saklanmama izni veriyor" diyor.

Russell; Maren ve Lee'nin birbirlerini eşit derecede etkilemelerinden keyif aldığını vurguluyor: "Onlar birbirlerine aşık ama bazı açılardan içten içe ikiz gibiler. Aynı kalbe, aynı ruha ve aynı şefkat duygusuna sahipler. Lee ile tanışmadan önce kimse Maren'e kim olduğu ya da başına neler geldiği konusunda dürüst davranmamış ve bu da büyük bir utanç duymasına neden olmuş. Ancak Lee ile ilk kez anlaşıldığını ve hatta kim olduğu için desteklendiğini hissediyor. Aralarında bir itme-çekme etkileşimi var çünkü Lee dışa dönük, Maren ise daha çok içe dönük. Lee onu dışarı çekerken, Maren de Lee'nin içe dönmesine yardımcı oluyor." 

Chalamet ile çalışmanın bu duyguyu tamamen yaşattığını belirtiyor Russell: "Ona bayılıyorum. Timothée gerçek bir ezber bozan düşünür ve günümüzde çok fazla rastlamadığınız, kendini tamamen ortaya koyma becerisine sahip. Birbirimizle çok konuştuk ve çok fazla görüntü paylaştık; tıpkı Maren ve Lee'nin ilişkisi gibi, tanımlanması zor, benzersiz bir işbirliğiydi." 

Russell ve Chalamet, diğer referansların yanı sıra, "Badlands"den "Bonnie ve Clyde"a kadar çeşitli filmlerdeki klasik kanun kaçağı eşleşmeleri hakkında konuştular ve 80'li yılların görüntülerine baktılar. Russell ayrıca favori bir şarkıdan da özel ilham aldı: Dolly Parton'dan "Wildflowers". 

Bunu, "Çekimler sırasında bu şarkıyı çok dinledim çünkü Maren'in şarkısı gibi hissettiriyordu" diye açıklıyor ve ekliyor: "Hikayenin sonunda Maren'i düşündüğümde, onu şu şekilde görüyorum: Bağları olmayan, izi sürülemeyen ya da kimsenin tanımlayamayacağı biri."



Bir Chalamet Buluşması


Timothée Chalamet, Guadagnino'nun "Call Me By Your Name" filmindeki zeki ve aşırı derecede aşık Elio rolüyle bir anda dünya çapında üne kavuştu ve performansı filmin kültürel bir fenomene dönüşmesine yardımcı oldu. "Her nesilde bir kez ortaya çıkan yetenek" olarak adlandırılan oyuncu, bu rolle Oscar adaylığının yanı sıra, küresel bir hayran kitlesi de kazandı. Ardından, Greta Gerwig imzalı "Lady Bird" ve "Little Women"da, Christopher Nolan'ın "Interstellar"ında ve bilimkurgu destanı "Dune"da başrol oynamak suretiyle, kendi kuşağının en sıradışı ve çarpıcı rollerinden bazılarını üstlendi. 

Guadagnino uzun zamandan beri Chalamet ile yeniden bir araya gelmeyi umuyordu. "Timothée'nin sadece kendi karakterinin perspektifinden değil, sinemanın daha geniş perspektifinden düşünme gibi ender görülen bir kabiliyeti var" diyor yönetmen ve ekliyor: "Çok meraklı, çok açık, çok insani bir aktör ama aynı zamanda çok çağdaş bir şeye dokunuyor ki bu da bu film için hayati önem taşıyordu. Lee rolünde çağımızın duygusunu yansıtıyor. Lee'nin güvensizliğini ama aynı zamanda kesinlikle yürek parçalayıcı bir şefkati ortaya koyuyor."

Chalamet, Guadagnino'dan senaryoyu alır almaz, onun kendisini düşünmesine neyin sebep olduğunu merak ederek filme daldı. Senaryoyu, "Amerikan yollarında geçen bir aşk hikayesi, dışlanmışlığın üstesinden gelmek için çabalayan iki insan fikrini işleyen bir hikaye olarak gördüğünü ve özellikle de pek çok kişinin yabancılaşmış hissetmek için nedenleri olduğu bu zamanlarda bunu çok dokunaklı bulduğunu" söylüyor. 

Chalamet, Lee'nin bir yiyici olarak yaşadığı huzursuz hayatı zihninde canlandırabilmek için konuyu sembolik olarak ele aldığını belirtiyor. "Lee ve Maren'in durumunu ötekilik, çocukluk travması, utanç, bağımlılık, insanların hayatta taşıdıkları ve kurtulamadıkları tüm şeytanlar için açık bir metafor olarak aldım" diye açıklıyor bunu ve şöyle devam ediyor: "Ve beni Lee'ye en çok çeken şey, tüm bunlarla başa çıkmak için kendi etrafında bir tür narin camdan kale yaratmış olması. Saçını boyuyor, belli bir şekilde giyiniyor, kendini havalı bir yabancı olarak gösteriyor ve sistemi kendi gördüğü gibi oynamaya çalışıyor; yine de tüm bu sistemin çok istikrarsız olduğu ortada." 

Maren'le tanışmak Lee'nin ruhunun etrafına ördüğü o kırılgan duvarı çatlatır. "Lee'nin en büyük kırılganlığı kendini çok yalnız hissetmesi" diye gözlemliyor Chalamet. "Maren, aniden, Lee'nin bir kenara bırakmış olduğu ilgi ve kibarlığı ortaya çıkarıyor. Onu evrenin daha önce hiç deneyimleyemediği tüm diğer renklerine açıyor. Bu onu değiştiriyor. Ama aynı zamanda korkutuyor. Bence gerçek aşka ilk kez tutulduğunuz o anlarda, bir yansımaya bakıyor gibi olabilirsiniz ve Lee'nin geriye dönüp baktığında gördüğü şey onu tedirgin ediyor." 

Maren'in ahlaki kurallarını sorgulaması karşısında, Lee de eylemlerinin sonuçlarıyla daha önce hiç olmadığı şekilde yüzleşmek zorunda kalıyor. "Lee, beslenmek için kimi hedef aldığına dair tutarsız gerekçeler geliştirmiş. Maren ise hâlâ kendi ahlaki pusulasını arıyor, bu yüzden de Lee'ye her konuda meydan okuyor" diyor Chalamet. 

Yönetmenle bambaşka bir yolculuğa çıkarken, Chalamet için bu filmin kendisi bir yansıma yarattı ve Guadagnino'yla başlangıçlarına dönüp bakmasını sağladı. Bu konuda şunları söylüyor: "Luca bana kariyerimi verdi. Ama o film pastoral bir Avrupa manzarasında geçiyordu. Dolayısıyla, şimdi Amerika'nın bakir merkezine, Ohio, Kentucky ve Nebraska'nın arka yollarına, hikaye anlatımında yeterince sevilmeyen bölgelere gitme fikrini sevdim. Luca'nın ilk Amerikan filminde rol almak ve onun güçlü duyarlılığını kendi konfor alanının dışındaki bir dünyaya taşıdığını görme şansını elde etmek benim için gerçek bir onurdu." 

Bu kez farklı olan bir başka şey de Chalamet'nin karakteri Guadagnino ile el ele geliştirecek zamana sahip olmasıydı. "Luca ile yaratıcı bir ilişkiye sahip olmak hayal edebileceğim en büyük hediyeydi" diyor ve ekliyor: "O çok tutkulu ve parlak bir sinemacı, gerçek bir usta." 

Chalamet, kendisini her fırsatta şaşırtan Russell'la işbirliği yapmaya da aynı derecede bayıldığını belirtiyor: "O, alışılmadık derecede canlı bir ruha sahip olağanüstü bir aktris. Her şeye açık, yeni şeyler denemeye istekli ve duygusal sıcaklığı da beraberinde getiriyor. Onu izlerken bir sünger gibi olduğunu hissettim, o kadar alıcıydı ki, tam anlamıyla bir keyifti. Umarım tekrar birlikte çalışma fırsatımız olur." 

Chalamet'i en çok heyecanlandıran şey, Maren ve Lee'nin tecrit edilmişlikten kurtulmak için çabalarken birlikte bulabildikleri şey. Bunu şöyle özetliyor: "Onlar, biriyle güvende hissetmenin, dünyanın yükünü hafifleten türden bir rahatlık bulmanın mümkün olduğunu keşfeden iki temkinli, ihtiyatlı insan."



Yol Arkadaşları: Yardımcı Oyuncular


Maren'in tanıştığı ve onun durumunu paylaşan ilk gezgin, uzun süredir yollarda olan ve yolculuğun kimliğine tamamen işlediği belli olan, tüy uçlu şapkasıyla gizem yüklü Sully'dir. Aynı anda hem bilgili hem de yüzeyin hemen altında sinir bozucu bir şekilde aciz olan Sully, Maren'i bir yiyicinin yöntemlerine alıştırır. Ona can almadan nasıl besleneceğini öğretir ama aynı zamanda yol boyunca tükettiklerinin izlerini biriktirerek kendi varlığına nasıl anlam kattığını da gösterir. 

Maren için hem bir akıl hocası hem de yaklaşan bir tehlike olan bu karakter, çok hassas ve ince düşünülmüş nüansların yanı sıra, derinden hissedilen üzüntü ile akıl almaz bir saplantıyı harmanlama becerisi gerektiriyordu. Bu yüzden, Guadagnino, rolü, "uzun zamandır hayranlık duyduğum ve her zaman birlikte çalışmak istediğim" şeklinde nitelediği Mark Rylance'a teklif etti. "Bridge of Spies"la Oscar kazanan, "Wolf Hall"daki Thomas Cromwell rolüyle Emmy'ye aday gösterilen ve tiyatronun Shakespeare oyunları süperstarı olan Rylance, karakterlerine içsel yaşamın nabzını tutan hipnotik bir dinginlik aşılama becerisiyle tanınıyor. 

"Mark şu anda bu dünyadaki en büyük aktörlerden biri" diyen Guadagnino, şöyle devam ediyor: "Kariyeri boyunca insanın durumunu en güçlü ve cesur yollarla sergileyen biri. Mark da Sully'yi ve onun derin yalnızlığını çok iyi anladı. Onun bir kötü adam değil, temas ve arkadaşlık arayışında olan üç boyutlu bir adam olması gerektiğini kavradı. Onunla çalışmak olağanüstü bir şeydi. Zanaatında çok usta ve iyi yetişmiş biri. Bir yönetmen olarak tek yapmanız gereken onun için hazır ve nazır olmak." 

Rylance'le ilk kez çalışmak Russell için de çok özeldi. Maren'in Sully'ye tepkisi hakkında şunları söylüyor: "Maren onu çok merak ediyor çünkü tanıştığı ve kendisine benzeyen ilk kişi o. Ama aynı zamanda onda bir tehdit de görüyor çünkü çok üzgün, tuhaf ve yalnız. Maren hâlâ sezgilerini dinlemeyi öğrenme aşamasında ve Sully ilgisini çekse de bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyor." 

Rylance, kostüm tasarımcısı Giulia Piersanti'yle birlikte karakteri görsel olarak şekillendirirken kendi yaratıcılığını ortaya koydu. "Bir gün Mark bit pazarına gitti ve bulduğu tüm bu iğnelerle geri döndü" diye hatırlıyor Guadagnino ve, "Bunları takmanın Sully'nin zaman içinde gittiği tüm yerleri yansıtabileceği gibi parlak bir fikri vardı. İşte böylesine güzel, organik bir işbirliğiydi" diyor.

Guadagnino, filmlerinin gediklisi hâline gelen bir başka aktöre daha rol verdi: Gerçek hayattan karakterleri canlandırmada başarılı olan, son olarak HBO'nun "The Staircase" dizisinde avukat David Rudolf'u canlandıran, neredeyse doğaüstü derecede çok yönlü Michael Stuhlbarg. 

Stuhlbarg'ın "Bones and All/Kemikler ve Her Şey"de —Maren ve Lee'nin yolda karşılaştıkları tehditkâr bir yiyici olarak— tek bir sahnesi var ama bu sahne hikayede bir dayanak noktası. Guadagnino şöyle diyor: "Michael'la işbirliğimizin devam edeceğinden eminim çünkü zengin, karmaşık karakterlere karşı aynı sevgiye sahibiz. Michael'ın süreci harika. Örneğin, bu film için bana ve David Kajganich'e karakterinin geçmişiyle ilgili 100'den fazla dikkat çekici soru gönderdi. On dakikalık bir sekansta oynayan bir aktörün bu düzeyde kafa yorduğunu görmek inanılmazdı. Ve sonuçta izleyicilere Maren ve Lee'nin üzerine çöken kıyamete dair önsezisel bir his verdi." 

Aynı sahnede bir başka beklenmedik oyuncu daha yer alıyor: Guadagnino ile yakın dost olan yönetmen David Gordon Green. "David'le 15 yıl önce Torino'daki bir festivalde tanıştım ve hemen arkadaş olduk" diyor Guadagnino ve ekliyor: "Benden önce Suspiria'yı yönetecek kişi David'di ve ben de yapımcılığını üstlenecektim. Bu sahne için harika olacağını düşündüm ve rica ettim, o da seve seve geldi, hatta saçını radikal bir şekilde mohawk yaptı, yani harikaydı." 

Daha önce Guadagnino ile çalışmış olan üç başarılı oyuncu daha Maren'in aile geçmişine ışık tutan roller üstlendiler. Oscar adaylığı ve Altın Küre ödülü bulunan Chloë Sevigny, büyüleyici bir sahnede, Maren'in uzun zamandır arayışının nesnesi olan annesine sarsıcı bir öngörülemezlik getiriyor. Guadagnino şöyle diyor: "Chloë’yle ‘We Are Who We Are'da çalışmış biri olarak, onun sıradanlığı asla tercih etmeyen derin bir oyuncu olduğunu biliyorum. Derinlere dalıyor ve yüzeye geri getirecek harika şeyler buluyor. Mevcut sahnede, yankı uyandıran bir şey yaratıyor." 

Russell, Sevigny'yi iş başında izlemeye bayıldığını belirtiyor: "Birlikte oynadığımız sahne çok yürek parçalayıcıydı ve Maren için çok önemli olduğunu bildiğim için çok korkmuştum. Ama Chloë'nin öyle bir rahatlığı var ki, nihayetinde sahne gerçekten kolay ve doğal bir şekilde gerçekleşti. Bu iki kuşak kadını bir arada görmeyi sevdim, kurabilecekleri tek temas tehlikeli olsa bile." 

Guadagnino imzalı yeni "Suspiria" uyarlamasında rol alan usta oyuncu Jessica Harper, Maren'in annesine ulaşmasına yardımcı olur. "Benim tanıdığım Jessica bu karakterin içinde adeta eridi" diyor Guadagnino ve ekliyor: "Geçmişin üzüntüsünü bir kenara bırakmaya çalışan ve o geçmişin yeniden ortaya çıkacağını tahmin etmeyen bir kadını canlandırdı."

Oyuncu kadrosunu tamamlayan isim, “Moonlight” ve “Selma” gibi çarpıcı filmlerde rol almış olan André Holland’dı. “André’yle bir reklam filminde çalışma fırsatım oldu. Bence kendisi müthiş bir aktör ve güzel bir adam” diyor Guadagnino ve ekiyor: “Kızına nasıl yardım edeceğini anlayamadığı için onu terk etmek gibi zor bir karar veren bir babanın insaniyetini hissettim onda. Filmdeki varlığı son derece sıcak ve samimiydi; ayrıca, Maren’i anlamak için de son derece gerekliydi.” 



Bir Dışlanmışın Amerika’sı: Görünüm


Luca Guadagnino kariyerinin başlarında, sevilen filmlerden sık sık stilistik ilhamlar aldı. Gerçek bir sinemasever olarak, külliyat hakkındaki ansiklopedik bilgisini eğlenceli yollarla kullanmaktan keyif alıyordu. Ancak şimdi, görsel havayı daha doğrudan şekillendirenin manzaranın kendisi olduğunu söylüyor. Yönetmen, "Bones and All/Kemikler ve Her Şey"e hazırlanmak için Orta Batı'da bir ay süren bir yürüyüşe çıktı, geniş ufukları ve iyi kalpli insanları özümsedi. Bu, filmin duyusal deneyiminin temeli oldu. Guadagnino şöyle anlatıyor: "Amerika'nın müthiş gururu ve özellikle de ülkenin ahlaki değerlerine inanan, kesinlikle geride bırakılmış insanların saygınlığı beni çok etkiledi." 

Guadagnino gezinin kendi bakış açısını değiştirdiğini ve filmde bir ziyaretçinin büyülenmiş, canlı bakış açısını yansıtmayı amaçladığını belirtiyor: "Amerika hakkındaki tüm önyargılarımı sorgulamama neden olan, ülkenin daha saf bir hâlini gördüğümü hissettim. Büyüleyici çelişkilerle dolu bir yer gördüm. Kendinizi yeniden keşfetme olasılığının her zaman açık olduğu, ancak pek çok kişinin geride bırakıldığı bir Amerika gördüm. Olağanüstü bir açıklık, misafirperverlik ve cömertliğin yanı sıra soyutlanmışlığın da olduğu bir yer gördüm." 

Zıtlıklar görselliğe de yansımıştı —uçsuz bucaksız gökyüzüne karşı farklı yüzlerin oluşturduğu doğal arazi— ki bu da Guadagnino'nun filmin Lee ve Maren'in seyahat ettiği yollarda çekilmesi gerektiğine karar vermesinde etkili oldu. "Ekip olarak karakterlerin Amerika'da seyahat ettiği şekilde hareket ettik. Maryland'den başlayıp Ohio, Nebraska, Indiana ve Kentucky'ye kadar beş eyalette çekim yaptık. Sürekli hareket halindeydik ve tamamen gerçek mekanlarda çekim yaptık." 

Bu karar performansları büyük ölçüde etkiledi. Chalamet şöyle diyor: "Bir Amerikalı olarak benim için ülkenin bu bölgesinde, gerçek, faaliyette olan çiftliklerde, gerçek otoyollarda ve çalışkan küçük kasabalarda çekim yapmak olağanüstü bir şeydi. Kendi adıma uzun süre unutamayacağım bir deneyim oldu." 

Russell ise şunları ekliyor: "Uçsuz bucaksız açık alanlar ve sonsuza dek gün batımına doğru gidebileceğiniz hissi beni çok etkiledi. Bence bu Maren'in içinde sakladığı bir şey."

Guadagnino her zaman filmlerinin görsel gramerini belirler; bu film için de stilistik açıdan anahtar kelime sürükleyicilikti. Görüntülerin izleyicileri Maren'in gerçekliğine, Lee'yle olan aşk hikayesinin kalp atışlarına ve hem punk rock hem de Ronald Reagan dönemine hızlı ve derin bir şekilde taşıyacağından emin olmak için, yönetmen nispeten bilinmeyen ama gelecek vaat eden bir görüntü yönetmeni seçti: Belarus doğumlu Arseni Khachaturan. Kendisinin ham doku ve ışıkla heykel yapma sevgisi Gürcü yönetmenler Rati Oneli ve Dea Kulumbegashvili'nin filmlerinde ön plana çıkmıştı. 

Bu risk meyvesini verdi. "Çok cesur olan, ışık ve gölge sanatıyla uğraşan görüntü yönetmenlerini seviyorum. Arseni çok genç olmasına rağmen ışık konusunda gerçek bir ustalığa ve görüntü oluşturma konusunda derin bir yeteneğe sahip" diyor Guadagnino ve ekliyor: "İkimiz de 80'leri sanki 80'lerdeymişiz gibi, bu tür bir yakınlıkla ve nostalji olmadan çekme fikrini sevdik." 

Neredeyse tamamı gerçek olan setler ve kostümler hem hikaye anlatma aracı olarak hem de dönemi belirlemek için kullanıldı. Guadagnino, "We Are Who We Are" filmini tasarlayan Amerikalı yapım tasarımcısı Elliot Hostetter'ı ekibine dahil etti. "Elliot'la uzun süredir devam eden bir ilişkimiz var ve turistik değil gerçek bir Amerika vizyonu şekillendirmemde bana gerçekten yardımcı oldu" diyor. 

Guadagnino, kostümler için, Giulia Piersanti'yle beşinci kez birlikte çalışmak üzere yeniden bir araya geldi. Maren ve Lee'nin kıyafetlerinin bol, sıkıntılı, androjen ve kesinlikle ucuzluk mağazası estetiğiyle hemen köşe başındaki grunge modasını yansıtmasını öngördü. Guadagnino bu konuda şunları söylüyor: "Giulia'yla, Maren ve Lee'nin idolleri olabilecek kişileri yansıtan ama aynı zamanda kendi içinde ikonik olan bir şekilde giyinmeleri gerektiği yönünde konuştuk. Giulia her zaman fikirlerimi en harika şekillerde hayata geçirebiliyor." 

Piersanti ve Chalamet, Lee'nin kıyafetleri için özellikle bu önermeyle çalıştılar. Chalamet şöyle diyor: "Lee'nin kıyafetlerinin arkasındaki fikir kısmen, her zaman yolda insanlardan aşırdığı çeşitli eşyaları toplamasıydı. Ama aynı zamanda saçlarını kızıla boyamasına ve dövmeler yaptırmasına da karar verdik ki böylece soğuk ve asi ama yine de kim olmak istediğini bulmaya çalışan biri hissi versin. Bana öyle geliyor ki, Lee muhtemelen aynaya bakıp farklı 'maskeler' takmayı, farklı tarzlar ve ifadeler deneyerek hislerine neyin uyduğunu görmeye çalışan biri." 

Makyaj sanatçısı Fernanda Perez ve saç tasarımcısı Massimo Gattabrusi'nin detaylı çalışmaları görünüme son rötuşları ekleyip yolun yıpratıcılığını ortaya çıkardı. Guadagnino şöyle diyor: "Fernanda ve Massimo'nun muhteşem çalışmaları, gezgin bir hayatın karakterlerin yüzlerine ve ciltlerine nasıl zarar verdiğini gösteriyor. Çok dikkatli düşünülmüş; hikaye anlatımının bir başka katmanı."



Yolun Sesi


Seyirciyi Maren ve Lee'nin yoldaki heyecan verici ama bir o kadar da tehlikeli hayatlarının içine çeken son önemli unsur ise filmin çağrışım yapan müzikleri. Bunlar Duran Duran ile başlıyor ve anında 80'lerin genç yatak odasına ışınlıyor; ayrıca Joy Division ve New Order gibi 80'lerin indie gruplarından esintiler de içeriyor. 

Ancak Guadagnino film müziği için, o dönemden sonra gelmiş, bu gruplardan etkilenip daha sonra sound olarak yalnızlık ve baskıya parmak basmak için kendi çarpıcı yeteneklerini geliştirmiş bir çift müzisyene başvurdu: Trent Reznor ve Atticus Ross. İkili bugün Nine Inch Nails adlı sert alternatif rock grubuyla olduğu kadar, "The Social Network" ve Pixar'ın "Soul" filmlerinin Oscar ödüllü ses manzaraları da dahil olmak üzere vizyoner, atmosferik müzikleriyle de tanınıyor. 

"Onlar kendi kuşaklarının en başarılı bestecileri" diyor Guadagnino ve ekliyor: "Sohbet etmeye başladığımız anda onlarla gerçek ortaklıklar kuracağımızı hissettim; hassas ruhlara sahip, açık ve cömertler." 

Guadagnino'nun filmin müziğinde ne istediğine dair bir fikri vardı ve Reznor ile Ross da bu fikrin peşinden gittiler. Yönetmen şöyle diyor: "Amerikan manzarasını yansıtan bir sound bulmaktan bahsettik ve gitarın Americana'nın nihai sound'u olduğunu konuştuk. Aklımda vahşi doğada bir ateşin başında gitarla tıngırdattığınız basit melodiler vardı. Trent ve Atticus bu fikri aldılar ve birkaç hafta sonra güçlü, sevimli ve neredeyse sarsıcı derecede güzel temalarla geri döndüler."

Guadagnino şöyle devam ediyor: "Sonra, bu muhteşem melodileri aldılar ve onları derin, güçlü bir yere götüren bir ses duvarına dönüştürdüler. Onlarla çalışmak çok eğlenceli çünkü gerçekten bir şeylerin peşinden gidiyorlar ve beklenenin tam tersini denemeye çok istekliler. Örneğin, Lee dramatik bir itirafta bulunduğunda, müzik karanlık değil, tatlı ve sevgi dolu, sizden ona karşı açık olmanızı istiyor. Filmin ahlaki duruşu bana göre büyük ölçüde Trent ve Atticus'un müziğinde yatıyor." 

Maren ve Lee'nin kaçma, güvensizlik ve sevdiklerini tüketme içgüdülerine karşı koyarak birbirlerine açık olmaları, yalnızlığa karşı son bir direniş hâline geliyor. Guadagnino, Maren ve Lee'nin hayatları hiper-gerçek bir masal tonuyla parıldasa bile, hikayenin pek çok kişinin kendilerince özdeşleşebileceği bir özlem olduğuna inanıyor. 

Guadagnino sözlerini şöyle noktalıyor: "Umarım film bir ayna görevi görür, neden birbirimizden ayrı hissettiğimizi ve neden hâlâ birbirimizin bir parçası olmak istediğimizi yansıtan bir ayna."


Filmin mmknmrtb notu:   82   /100