5.9.15

The Man from U.N.C.L.E. / Kod Adı U.N.C.L.E.



1960'ların çok sevilen dizisi “Kod Adı U.N.C.L.E. / The Man from U.N.C.L.E.”ın Guy Ritchie tarafından yeniden yapımı olan sinema versiyonunun başrolünde Henry Cavill (“Man of Steel”) Napoleon Solo rolünü, Armie Hammer (“The Social Network”) ise İllya Kuryakin rolünü üstleniyorlar.

1960'ların başlarında, soğuk savaşın zirvesinin yaşandığı günlerde geçen film, CIA ajanı Solo ile KGB ajanı Kuryakin'e odaklanıyor.
Uzun süreli düşmanlığı bir kenara bırakmaya zorlanan ikili gizemli bir uluslararası suç örgütünü durdurmak için ortak bir görev üstlenirler; söz konusu görev nükleer silahlar ile teknolojinin yayılması yüzünden bozulmaya başlayan güç dengesini düzeltmeye yöneliktir.

İkilinin elindeki yegane ipucu, kaybolmuş bir Alman bilim adamının kızıdır. Kız suç örgütüne girmenin anahtarıdır ve iki kahramanımız bilim adamını bulup dünya çapında bir felaketi önlemek için zamana karşı yarışmalıdır.

The Man from U.N.C.L.E'ın diğer önemli rollerini Alicia Vikander (“Ex Machina”), Elizabeth Debicki (“The Great Gatsby”), Jared Harris (“Sherlock Holmes: a Game of Shadows”) ve Waverly rolündeki Hugh Grant üstleniyor.

Senaryoyu Guy Ritchie ve Lionel Wigram kaleme aldı.
İkili daha önce de klasikleşmiş dedektif Sherlock Holmes'un iki filminin yeniden yapımında işbirliği yapmışlardı.
Hikaye Jeff Kleeman, David Campbell Wilson, Guy Ritchie ve Lionel Wigram'ım imzasını taşıyor olup, “The Man from U.N.C.L.E.” adlı televizyon dizisine dayanmaktadır.

John Davis (“Chronicle”), Steve Clark-Hall (“RocknRolla,” the “Sherlock Holmes” films), Lionel Wigram ve Guy Ritchie filmin yapımcılığını, David Dobkin ise yönetici yapımcılığını gerçekleştirdi.

Ritchie’nin kamera arkası ekibi, iki kez Oscar adayı olmuş görüntü yönetmeni John Mathieson (“The Phantom of the Opera”, “Gladiator”), yapım tasarımcısı Oliver Scholl (“Jumper”, “Edge of Tomorrow”), kurgu ustası James Herbert (“Sherlock Holmes” filmleri, “Edge of Tomorrow”), Oscar adayı köstüm tasarımcısı Joanna Johnston (“Lincoln”) ve besteci Daniel Pemberton'dan (“The Counselor”) oluşuyor.



YAPIM BİLGİLERİ

DÜNYAYI KURTARMAK ASLA DEMODE OLMAZ

Guy Ritchie filmi Kod Adı U.N.C.L.E. / The Man from U.N.C.L.E. hızlı tempolu, aksiyon yüklü, seksi ve stilize bir uluslar arası macera.
Mizahla yoğrulan film, iki çekişmeli süper ajanın ilişkisi hakkında olduğu kadar –Napoleon Solo ve İllya Kuryakin– yapmaları gereken iş hakkında da.
1960’ların aynı adlı hit dizisine dayanan filmin senaryosunun ortak yazarı, aynı zamanda filmin yönetmenliği ve yapımcılığını da üstlenmiş olan Ritchie, “Erkeklerin birbirleriyle etkileşimi büyüleyici bulduğum bir alan” diyor ve ekliyor: “‘Lock, Stock and Two Smoking Barrels’a geri dönerken bile, türün kendi özelliği olarak erkek-erkeğe dinamiğe ilgi duyuyorum.”

Dinamik doğru kelime olsa gerek, çünkü CİA elit ajanı Solo KGB’deki meslektaşı Kuryakin’le ilk kez karşılaştığında birbirlerini öldürmeye çalışırlar.
Soğuk savaşın en hararetli olduğu dönemde, her ikisi de aynı kilit Alman tanığı Berlin Duvarı’nın ötesine kaçırmakla görevlendirilmiştirler; bu vesileyle rekabeti ortadan kaldırmak da işin tuzu biberi olacaktır.
Günler sonra, teşkilatlarındaki amirleri tarafından bu vakada artık birlikte çalışacaklarını öğrendiklerinde, birbirlerini öldürmek –şimdilik de olsa– seçenek olmaktan çıkar ve iki ezeli rakibin ulusal ve profesyonel düşmanlıklarını çıplak yumruklu, mobilyaları paramparça eden bir dövüşle bastırması gerekir.
Bu “seni tanımaya başlıyorum” dövüşü belirli koşullarda bu anlaşmaya mahkum kalmış olabilirler ama bundan hoşlanmak zorunda değiller mesajı vermek için tasarlandı.



Yani bazı açılardan bu bir kanka filmi… tabi, rahat ve genellikle kendi amacına hizmet eden Amerikan ajan Solo rolündeki Henry Cavill’in ifadesiyle, “daha bir araya gelir gelmez birbirlerini fena benzettiklerini” saymazsak.

Kuryakin rolündeki Armie Hammer dengesiz, ama daha alışılagelmiş bir ajan olan Rus casusun bakış açısını sunuyor: “Kuryakin tam bir asker, her zaman disiplinli ve elinden gelenin en iyisini yapıyor. Sonra nefret ettiği bir konuma sokuluyor ve bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok. Birlikte çalıştığı Napoleon Solo kitaba göre oynayan biri değil. Kurallara uymuyor. Hatta kurallar olduğunu bile bilmiyor gibi görünüyor.”

“Benim karşı konulmaz bulduğum şey, iki ayrı kutuptan bu ajanları alıp birlikte çalışmaya zorlamaktı ki başta birbirlerini yok etmeye çalışırken sonradan işbirliği yapmaya mecbur kalsınlar, ama belki birbirlerine tam olarak da güvenmesinler” diyen Ritchie, şöyle devam ediyor: “Hikaye büyük ölçüde onların işbirliğinin evrimi üzerine kurulu. Birinin kapitalist Amerika’yı, diğerinin ise komünist Rusya’yı temsil ediyor olması ve bu iki süper gücün küresel çapta bir tehdidi etkisiz hâle getirmek için işbirliğine gitmesi çok eğlenebileceğiniz harika bir çıkış noktası. Bu, hikayenin gerçekten de bel kemiğini oluşturuyor.”

Yapımcı ve ortak senarist Lionel Wigram aynı ölçüde tür-bulandırıcı “Sherlock Holmes” filmlerinde başarılı bir ortaklık gerçekleştirdiği Ritchie’yle yeniden bir araya geldi.
“Filme kendi damgamızı vurma yollarımızdan biri onu U.N.C.L.E.’ın nasıl oluştuğuna dair bir başlangıç hikayesi yapmamızdı” diyor Wigram ve ekliyor: “Dizide, U.N.C.L.E. zaten mevcuttu. Dolayısıyla, Soğuk Savaş’ın ortasında, Doğu-Batı ilişkilerinin kesinlikle en kötü olduğu dönemde dünyanın iyiliği için CIA ile KGB gizlice işbirliği yaptığını görüyorsunuz. Peki ama böyle bir ittifak nasıl oluşmuştu?”



Film 1963 yılında başlıyor. ABD ve Sovyetler Birliği nükleer silah üstünlüğü için gergin, riskli bir köşe kapmaca oyunu oynamaktadırlar ve eski Nazilerin savaş dönemi araştırmaları pek de herkese açık olmayan pazarda hâlâ rağbet görmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Berlin’i ikiye bölen üç buçuk metre yüksekliğinde beton bir duvar inşa edilmiştir.
 Solo ile Kuryakin’in birbirlerini tarttığı tehlikeli, hızlı ve kıyasıya sokak kovalamacası burada, bu duvarın gölgesinde gerçekleşir.

Ödülleri Doğu Alman bir araba tamircisi olan, hazır cevap Gaby Teller’dir (Alicia Vikander).
Gaby, bir zamanlar Hitler’in favori roket bilimcisi olan Dr. Udo Teller’in kızıdır, ama babasıyla görüşmemektedir.
Dr. Teller’in kısa süre önce ortadan kaybolması dünyanın iki dev gücünün onu bulmak için bir yarışa girişmesine neden olur; çünkü bilim adamının özel ve çok tehlikeli bilgileri bir ülkeyi toptan imha edebilecek silahlara dönüştürülebilir türdendir.
Ve Gaby onun ortaya çıkmasını sağlayacak tek yem olabilir.

Dizinin tüm kültürel ve siyasi mihenk taşlarıyla birlikte Soğuk Savaş bağlamını korumayı seçen Ritchie şunları söylüyor: “Film diziye şapka çıkarıyor. Bir yandan o dönemin özünü ve eşsizliğini yakalarken, bir yandan da günümüz seyircisi için hemen anlaşılabilir bir hâle getirmek, filmi özgün, çekici ve olabildiğince taze soluklu kılmak istedik.” Ortaya çıkan sonuç, “hem bir dönem filmi, hem de çağdaş bir yapıt, ki bu bana doğal bir süreç gibi geliyor.”


Sinemaseverlerin de onaylayacağı üzere, bu, yönetmenin eserlerinin bir diğer alameti farikası.
Oldukça benzer şekilde “Sherlock Holmes” filmleri de seyirciyi Viktorya dönemi Londra’sına götürmüş ama keskin ve güncel özelliklerini de kaybetmemişti.
The Man from U.N.C.L.E, 1960’ları havalı kılan her şeye –sanattan, modaya ve müziğe, yaklaşımlara ve bakış açılarına– isabetli ama göze batmayan, hem retro hem de yadsınamaz şekilde 21. yüzyılı çağrıştırarak yer veriyor.

“Bu, Guy Ritchie’nin sihri” diyor Wigram ve ekliyor: “Bir şekilde, her şeye ‘bugün’ hissi veren bir dokunuşu var.”

 Ritchie ise şunları söylüyor: “Dizi hakkında en iyi hatırladığım şey atmosferiydi. Ve filmi yapma fırsatı karşıma çıktığında, ilham kaynağım bu oldu. The Man from U.N.C.L.E fikri bende bir şey çağrıştırdı. Filme içgüdüsel bir şekilde yanıt verdim.”

Filmde tasvir edilen 1960’lar, bazı açılardan, gerçekte sadece beyaz perdede var olmuş ender ve çekici bir dönem.

 Wigram şunları söylüyor: “Bizim için, 60’lar en havalı dönemdi ve The Man from U.N.C.L.E bunun bir parçası. Bir casus filmi yapmayı hep istiyorduk. Genç dimağlarımızda iz bırakan ilk Bond filmlerini, sonrasında ‘L’Avventura’ ve ‘La Dolce Vita’ gibi çok stilize ve ilginç bulduğumuz bir tada sahip İtalyan ve Fransız filmlerini pek sevmiştik. Kıyafetleriyle, arabalarıyla, filmleri ya da tasarımıyla olsun, 60’lar modern çağın gerçek başlangıcını oluşturuyor.”


Ritchie ve Wigram’ı böylesine sıkı bir yazım ekibi yapan şey paylaştıkları etkilerin, sinema tutkuları ve sempatik mizah anlayışlarıyla birleşmesi. “Yazabilen bir yapımcı ortağınızın olması harika bir şey çünkü yazım sinemanın temel taşı ve hikaye organik, canlı ve devam eden bir süreç” diyor Ritchie.

Wigram ise şunu ekliyor: “Her ikimiz de klasik bir türü alıp onu bükmeyi seviyoruz. Ayrca, Guy aksiyonla sürekli yeni bir şeyler yapmaya, izleyicilere daha önce pek görmedikleri bir şey vermeye çalışıyor.”

The Man from U.N.C.L.E tamamen tek başına ayakta duruyor.
Ama genetik yapısından heberdar olanlar için, ki bunlar arasında Ritchie, Wigram ve yapımcılar John Davis ve Steve Clark-Hall da bulunuyor, 1960’ların televizyon izleyicilerini ve Atlantik’in her iki yanındaki casus-oyunları meraklılarını büyüleyen bir arketipe duydukları sevgiyi paylaşmak filmin artısıydı.

ABD’de yetişmiş olan Davis, “Ben büyürken, onlar en havalı araç gereçlere ve silahlara sahip en fiyakalı adamlardı. Gezegeni güvende tutmak için perdeler arkasında çalışan gizli bir uluslararası güçtüler; casus dünyasının Birleşmiş Milletleri gibi. Ve ben buna bayılıyordum” diyor.

Gizemli Waverly’yi canlandıran Hugh Grant de dizinin o dönemdeki genç İngiliz hayranlarını temsil ediyor.
“‘Kod Adı U.N.C.L.E.’ model bir oyuncak arabam vardı. Galiba üstüne basınca yanlardan ateş ediyordu. Belki hâlâ duruyordur” diye itiraf ediyor.


Casus hikayelerinin ve gizli planların nesiller boyudur heyecan verip eğlendirmesinin bir nedeni tarih ve siyasetin döngüsel yapısı olabilir. Clark-Hall’e, “Fazla derine inmeye gerek yok: Snowden vakası ve hâlâ devam eden türde casuslukla ilgili son dönemdeki büyük çaplı ifşalar, bence insanların içsel bir şekilde merak duyduğu şeyler, ilişkilerin yapısı ve ihanet fırsatı, ülkelerin kendini içinde bulduğu karmaşık ittifaklar ve kime güveneceğini bilememe. Bazı açılardan, günümüz dünyası filmin üzerinde oynadığı 1960’ların gerilimlerini yansıtıyor” diyor.

Ritchie ve Wigram’la birlikte hikayede katkıları olan Jeff Kleeman ve David Campbell Wilson da, “ellerinde büyük güç bulunduran ve baskı altında erdem sergileyen cesur yalnız casuslar”a değinerek, şunu söylüyorlar: “Casus filmlerini diğerlerinden ayıran esas şey kahramanlarıdır. Onlar tekrar tekrar gerçek gizli silahları olan hünerlerine, pratik zekalarına ve akıllarına tekrar tekrar bel bağlarlar.”

Kendi adına, tüm bu enerjiyi bir araya getirmenin anahtarının –tabi alaycı mizahını ve karizmatik başrol oyuncularının müthiş fiyakasını saymazsak– “gerçek tehlike, dram ve aksiyonu bir hafiflik dokunuşuyla dengelemek” olduğunu söyleyen Ritchie bunu şöyle açıklıyor: “Bu, en yaratıcı ve harekete geçirici bulduğum farklı ruh hallerinin üst üste oturtulması.”

Yönetmen bir seyirci olarak kendisini çekecek türde filmler yaptığını ve bunun en can alıcı öğesinin neredeyse zahmetsizce yüzeye çıkan türde bir mizah olduğunu sözlerine ekliyor: “Her şey komik olacak diye bir şey yok tabi. Tüm duygu yelpazesini yakalamayı hedefliyorum. Önce daha ciddi sahneleri yazarak başlıyoruz, ama çekim günü çoğunlukla olan şey sahnelerin kendilerini o kadar ciddiye almaması ve mizahın bir şekilde kendi yolunu bulması.”


Ritchie şöyle devam ediyor: “Henry ve Armie’nin başını çektiği, Alicia’nın Gaby’yi canlandırdığı harika bir oyuncu kadromuz vardı. Erkeklerimiz müthiş bir enerjiye sahipti ve Alicia da gerçekten çok özeldi. Hepsi film için çok çalıştılar. Zihinsel ve fiziksel anlamda hafif bir iş değildi. Film çekmek işbirliğidir ve ben oyuncuların söylediklerine sahip çıkmalarını istiyorum. Yönetmenin daha büyük resmi görme avantajı olduğunu, oyuncuların da buna güvenmesi gerektiğini söyleyebiliriz ama benim her zaman ilgilendiğim şey, odadaki en iyi fikirdir. Bizi geri tutmadığı sürece, ki nadiren böyle olur, herkesin yaratıcı olmasından yanayım.”

“Beraberce sayfalarda var olanın ötesine geçtiğinizi bilmek harika bir duygu” diyor Vikander ve ekliyor: “Karakterinizi daha iyi tanıyorsunuz çünkü onun söylediklerini düşünmekle yetinmiyor, neler  söyleyebileceğini de düşünüyorsunuz.”

Projeye katılmasının bir numaralı nedeni olarak Ritchie’yle çalışmayı gösteren Cavill ise şunları söylüyor: “Filmleri olağanüstü; sinema tarzı da benzersiz. Aşırı prova yapmak diye bir şey yok, dolayısıyla çıkıp işinizi yapabilirsiniz; çekim yaparken de her şey çok taze soluklu ve yeni geliyor.”

Ünlü yönetmenle çalışma fırsatına aynı şekilde balıklama atlayan Hammer da, “Onunla çalışmak sizi gerçekten zinde tutuyor. Ev ödevinizi yapmak zorundasınız ve her şeye hazırlıklı gelmelisiniz çünkü bazı şeyler değişebilir” diyor ve ekliyor: “Bence kasıtlı olarak atmosferi rahat tutuyor çünkü herkes özgür olduğunda ve her şey akıp giderken en iyi performansınızı ortaya koyuyorsunuz. Açık, davetkar, yaratıcı bir alan oluşuyor. İşte Guy’ın sette yaratmaya  çalıştığı şey bu.”


ORTAĞINI İLK GÜNDEN ÖLDÜRMEMEYE ÇALIŞ

Ritchie dizinin önermesine ve siyasi ağırlıklı ortamına sadık kalsa da diziyi Solo ve Kuryakin karakterlerini ve ikilinin potansiyel arka hikayelerini daha önce irdelenmemiş biçimde geliştirmek üzere bir sıçrama tahtası olarak kullandı –genel hatlardan ince ayrıntılara kadar.
Dizi ikilinin ortaklığının belirsiz ve orta noktalarında bir yerinde başladığı için, yapımcılar ve oyuncular bu iki apayrı karakterin kendi aralarında belli bir yumuşamaya erişme sürecini hayal etme özgürlüğüne sahiptiler.  

Diziyi hiç izlememiş olan Hammer, referans olmaları için klasikleşmiş bölümlerin bazılarını izledi.
Aynı şekilde diziye aşina olmayan Cavill ise tam tersi bir yaklaşım benimsedi. Fakat her ikisi de bu karakterleri tamamen kendilerinin yaptılar.

Cavill özünde rahat biri olan Solo’yu anlıyor: “O CIA’de kariyer yapmış biri değil; hatta bir şekilde bu kuruma karşı. Becerilerini savaş sonrası Avrupa sosyetesine sızdıktan sonra sanat eseri ve antika kaçakçılığı yaparak geliştirmiş ve o kadar iyiymiş ki yıllar boyunca kimse onu yakalayamamış. Bundan büyük gurur duyuyor. Fakat sonunda kıskanç bir kız arkadaş onu ele vermiş. CIA onun gibi bir adamın değerini fark ederek bir ültimatom vermiş: Ya hapse gir ya bizim için çalış. Dolayısıyla, çok başarılı ama bir şekilde isteksiz bir ajan olmuş. Hapiste olmaktan iyidir, hem üstelik hâlâ şık kıyafetler giyiyor.”


Bunun aksine, Kuryakin’in KGB’deki yükselişi yıllar boyu emek vermenin, eğitimin ve azimli bir çabanın sonucudur.
Hammer teşkilatta böylesine elit bir konuma getirilen en genç ajan olan Kuryakin için, “O tipik bir casus” diyor ve ekliyor: “Sistemin içinde büyümüş ve basamakları tırmanmış. Her şeyi kitaba uygun yapıyor. Bütün hayatı boyunca amacı KGB ajanı olmakmış ve kendisi için en önemli şey bu.”

Kuryakin’in Kovboy adını verdiği yeni meslektaşı hakkında en sinir eden şeyin ne olduğunu bilmek zordur: Amerikalı’nın laubali tavrı olarak algıladığı şey mi, tesadüfen ajan oluşu mu, yoksa her şeyi kendine hak görmesi mi?
"Ama bir sürtüşme olduğu kesin” diye doğrulayan Hammer, şöyle devam ediyor: “Öte yandan, her ne kadar İllya ona ne yaptığını bilmeyen bir amatör gözüyle bakıyor olursa olsun, Solo denen bu adam güvenlikli bir tesise basit bir ataç gibi görünen bir şeyle girmeyi başarıyor, yani bu oldukça etkileyici…”

Solo da kendi açısından bu Rus’u kaba ve ne yapacağı kestirilemez bulmaktadır, “ama bazı açılardan bu ikisi aynı madalyonun iki yüzü” diyor Cavill ve ekliyor: “Kişilikleri ve yöntemleri arasındaki farklar çok büyük ama aynı taraftalar. Ve seçenekleri olmadığı için bu ortaklıkta yer alsalar da, görevlerinin ve hem birçok insanın hayatının hem de dünyanın tehlike altında olduğunun her zaman farkındalar. Bu yüzden, yeteneklerini birleştirmeye çalışmak zorundalar. Sonuçta ekip parçalarının toplamından daha müthiş olabilir.”


Patronları bu davada işbirliği yapıyor gibi görünse de, ikisinin birbirinden sakladığı şey, her iki ajanın nihai oyununun çok keskin bir manevra içereceğidir.
Solo’ya verilen talimatlar Teller’i ve/veya onun araştırmalarını CIA’in Langley’deki merkezine götürmektir; Kuryakin’in emirleri ise aynı şeyi Moskova için yapmaktır ve her ikisi de hiçbir şeyin –ortaklıklarının dahi– yollarına çıkmasına izin veremezler.

Ama öncelikle daha acil kaygılar vardır. İş ilişkilerinin bir kılıfa ihtiyacı vardır ve ortaya yeni çıkan Doğu Berlinli Gaby Teller bu konuda fazlasıyla kontrolcü bir katılımcı olur.
Roma’da iğrenç Rudi Dayısının da dahil olduğu bir suç örgütü tarafından tutsak alınmış olduğu varsayılan babasının yerini bulmak için, Gaby bir oyunun içine çekilir: Söz konusu oyunda Kuryakin bir Rus mimar, Gaby ise onu seven nişanlısı olacaktır. Birlikte Roma tatili yaparlarken sahte müstakbel kocası yapıların tasarımlarını inceleyecek, kendisi ise yakında gerekleşecek düğünü için babasına ulaşmak üzere Rudi Dayısına onun yerini soracaktır. Bu sırada, Solo mutlu çifti tanımıyormuş gibi yapsa da onlara yakın kalacak ve olaya paralel bir açıdan yaklaşacaktır.

Wigram, “‘A Royal Affair’den beri Alicia’nın hayranıyız ve elbette o zamandan bu yana pek çok başarıya imza attı. Rol için Avrupalı bir aktris istedik; Alman’ı oynayabilecek, gençlik ve saflık ile gerçek bir zeka ve gücün bileşimine sahip birini” diyor.
İddiasız bir araba tamircisiyken özel tasarım kıyafetler giyen bir sosyete kızına dönüşmek, dobra ve aklı başında bir kız olan Gaby için kolay değildir.
“Ama eğer bu, hayatının kalan kısmında Berlin duvarının bu tarafında kalmasını sağlayacaksa, hemen hemen her şeye razı” diyor Vikander.


Aktris sözlerini şöyle sürdürüyor: “Onu havalı, son derece karakterli ve biraz da erkek fatma bir kız yapmaları hoşuma gitti. Gaby erkeklerin dünyasında büyütülmüş olduğu için oldukça cesur ve geri adım atmamayı biliyor. Öte yandan, rahatlamakta ve şirin bir ev kadını olmak istiyormuş gibi yapmakta zorlanıyor. Bence İllya’yla aralarında kıvılcımların
uçuşmasına neden olan şey Gaby’nin bağımsızlığında diretme arzusu.”

Gaby, Kuryakin ile Solo arasında da kıvılcımların uçuşmasına neden oluyor ama sadece ikisini daha da birbirine düşürecek şekilde. Bu kapışma, Gaby’nin şık kıyafetler seçmesine yardım etmek için moda bilgilerini kullanarak birbirlerini alt etmeye çalıştıkları komik bir sahneyle başlıyor… bu durum Gaby’nin belki de bu görevin en kolay kısmı Armageddon’u sürmek mi diye merak etmesine yol açıyor.

Ama önlerinde onları bekleyen ciddi bir iş vardır. Böylece üçlü hızlı bir şekilde gizli kimliklerine bürünürler ve tehlikeli rakiplerini alt etmeye hazırlanırlar.
Koyu bir Nazi olan Rudi Dayı süper zengin ama ahlaki olarak çökmüş güçlü çift Alexander ve Victoria Vinciguerra’yla aynı gruptadır.
Beraberce, Rudi’nin kayınbiraderi Udo Teller’i uranyumu zenginleştirmede çığır açan buluşunu açıklamaya zorlarlar.
Bu keşif atom bombası yapımını hızlandıracak ve kolaylaştıracak bir süreçtir ve yaptıkları bombaları en yüksek parayı verene satacaktırlar.


Elizabeth Debicki’nin canlandırdığı Victoria karakteri hırslı, nefes kesici ve buz gibi bir sarışındır.
Zor bir hayattan gelip yakışıklı ama bunun haricinde pek bir özelliğe sahip olmayan varlıklı bir İtalyan çapkınla evlenir.
“Kendisi pek de operasyonun beyni sayılmaz” diyor Debicki ve ekliyor: “Hızlı arabaları ve kadınları seviyor ki bunun Victoria için bir mahsuru yok, çünkü masanın arkasında oturup gösteriyi yönetebiliyor. Zaten her zaman bunu yapmak istemiş. Kendini sıfırdan yaratmış, girişimci bir kadın ve toplumda kendine oldukça iyi bir yer edinmiş.”

Wigram’a göre, “Elizabeth ‘The Great Gatsby’de bir fenomendi; muhteşem bir oyuncu kadrosunun içinde bile parladı. İsmi geçtiğinde, Guy da ben de bunun çok bariz bir seçim olduğunu hissettik. Okumalarda da olağanüstü bir iş çıkardı. Ayrıca, bize Catherine Deneuve’ün gençliğini hatırlattı ki o dönem için bu mükemmeldi.”
Liverpool’dan bir kadını canlandıran Avustralyalı Debicki kasıtlı olarak Standart İngiliz Aksanıyla konuştu: “Çok azımız kendi milliyetimizi oynuyoruz.”
Gerçekten de, İngiliz olan Cavill bir Amerikalı’yı; Amerikalı olan Hammer bir Rus’u; İsveçli olan Vikander bir Alman’ı canlandırdı.
Bu durum, İngiltere ve İtalya’da çekimli mekanlarda yapılan çekimlerle birleştiğinde, yapımın uluslararası havasına katkı sağladı.


Bir istisna, Victoria’nın yakışıklı araba yarışçısı kocası Alexander rolündeki, ilk kez İngilizce bir filmde rol alan İtalyan Luca Calvani’ydi.
Aktörü, “Dünya çağındaki sinemaseverler için yeni bir keşif” olarak adlandıran Wigram, “Luca aklımızda olan şeyin kanlı canlı hâliydi. Alexander’a onu inanılır aynı zamanda da çok eğlenceli kılan şeytan tüyünü tam olması gerektiği havayla yansıttı.”

Calvani, “Alexander mükemmel bir eş bulduğuna inanıyor ama aslında bu çok komik, çünkü aslında Victoria’nın hain planlarının finansörü olarak mükemmel eş olan kendisi. Ama egosu o kadar büyük ki bir şekilde dizginlerin kendi elinde olduğunu sanıyor” diyor.

Debicki’ye göre ise, “Her ikisi de fantastik roller. Vinciguerra çifti olağanüstü şık giyinen, müthiş kötü insanlar. Ayrıca, çok açık bir evliliğe sahipler, tam 60’lara göre bir şey.”

Bu arada, entrikalar yavaş yavaş çözülürken, üst düzeydekiler kendi cephelerinden olayları izlerler.
Bunlardan biri olan, Napoleon Solo’nın CIA patronu Sanders’ı canlandıran Jared Harris, “Sherlock Holmes: A Game of Shadows”daki efsanevi kötü adam Moriarty Ritchie ve Wigram’la yeniden bir araya gelmekten mutluydu.
Dünyanın dört bir yanındaki sinemaseverlere bir selam olarak, bu karaktere “The Saint”i canlandıran ve daha nice filmde casusu oynayan klasik aktör George Sanders’ın ismi verildi.
Harris şunları söylüyor: “Sanders karakteri bu bağımsız ruhlu, biraz küstah ama tabi muazzam yetenekli bu ajanla zorluk yaşıyor. Belki de bunun sonucu olarak, biraz öfkeli ve huysuz. Gri bir dünyada yaşıyor ama mutlak şeylerle uğraşıyor ve olayları ‘Her şeyden önce Amerika Birleşik Devletleri gelir’ şeklinde görüyor.”


AMC’nin dönem draması “Mad Men”in dört sezonunu yeni tamamlamış olan Harris zaten 60’larla ilgili her şeye aşinaydı.
Dönemin bir başka kesitini ziyaret etme fırsatını memnuniyetle karşılayan aktör, “Güzel bir senaryoydu, sıkıydı ve mizah anlayışına sahipti” diyor.

Solo ve Kuryakin’in haricinde diziden aşina olduğumuz tek karakter olan neşeli ve temkinli Waverly’yİ canlandıran Hugh Grant de senaryoya ısındığını söylüyor: “Guy’ın filmlerini her zaman sevmiş ve oldukça havalı olduklarını düşünmüşümdür. Daha önce bu kadar havalı bir şey yaptığımdan emin değildim; işte filmin cazibelerinden biri buydu. Ayrıca,  casus bir amcam olduğu için o dünyaya hep bir hayranlık duydum. Bu yüzden, bu filmde biraz eğlenebileceğimi düşündüm. Onun casus olduğunu söylememize asla izin verilmiyordu –resmi olarak donanmadaydı– ama hepimiz biliyorduk.”

Waverly büyük bir güce sahip olmasına rağmen –ne kadar büyük bir güç olduğu çok sonradan anlaşılıyor– çok iddiasız bir tavır takınıyor ve kendini tanıtırken tek isim söyleyerek el sıkıyor.
Aktör şu yorumu getiriyor: “Epey sakin ama muhtemelen oldukça da korkutucu bir İngiliz ajanı olduğunu tahmin ediyorum. Pek çoğu gibi, deniz kuvvetleri kökenli olması olası. Kendi payına düşen savaş ve dövüşleri yaptığını ve bundan büyük keyif aldığını düşünüyorum ama şimdi şık kıyafetler giyip, zekasını kullanarak demir perdenin ardındaki insanlarla ve belki de Amerikan istihbaratıyla da oynuyor çünkü filmde o rekabet ve hava var.”

Ana oyuncu kadrosunu tamamlayan diğer isimler ve rolleri şöyle: Siberya doğumlu Misha Kuznetsov, Sanders’ın KGB’deki temkinli meslektaşı Oleg rolünde; Alman aktör Christian Berkel, kendisinin bile bir kaçış hesaplayamadığı bir duruma düşmüş parlak zeka Udo Teller rolünde; Sylvester Groth ise koyu bir Nazi olarak davasına ve çarpık hobilerine aynı ölçüde kendini adamış Rudi rolünde.
Filmle ilgili ilginç bir nokta Groth’un Doğu Almanya doğumlu olup sonunda Batı’ya iltica etmiş olması.



SAHNEYİ YARATMAK

The Man from U.N.C.L.E.'da, mekanlar atmosferi belirlemede ve özgünlüğü yaratmada büyük rol oynadı.
“‘Sherlock Holmes’da yarattığımı 19. yüzyıl Londra’sı ortamının izleyicileri o döneme götürmesinden memnuniyet duymuştuk. Bu yüzden Berlin ve Roma tasvirlerimizde de aynı şeyi yapmaya çalıştık. İlham kaynağımız o döneme ait çok sayıdaki filmdi” diyor Wigram ve ekliyor: “Roma 1960’ların tarzını simgeliyor ve Berlin de, tabi ki, tüm o Soğuk Savaş filmlerinin odak noktası.”

Ritchie ise şunları ekliyor: “Berlin Duvarı ve Çarli Kontrol Noktası gibi belirli ikonlaşmış görüntüler bu tür bir hikayenin türe ve döneme sadık kalması için ana öğelerdir.”

Berlin setleri genel olarak soğuk, kasvetli bir renk paletine sahipken, filmin İtalyan mekanları nispeten daha zengin, parlak ve canlı renk ve dokular içeriyordu.

Yapım tasarımcısı Oliver Scholl, genel anlamda, “Guy Soğuk Savaş’ın ipuçlarını veren, 60’ların varlığını belli eden ama bariz ya da klişeye kaçmayan bir görüntü ve his istedi. Denge kilit öneme sahipti” diyor.

O his sadece Scholl’un değil, tüm yaratıcı ekibin seçimlerini yönlendirdi.
Mekan amiri Sue Quinn, Ritchie’nin “şaşalı bir görünüm ve 60’ların hissini sıradışı bir şekilde yansıtan” vizyonunu hayata geçiren yerler bulmak için Avrupa’yı karış karış gezdi.
“Mussolini döneminden 1930’ların müthiş mimarisine sahip Roma’da başladık. Bunlar filmde muhteşem görünüyor. Fakat Roma turist kaynayan, lojistik açıdan zor bir yer. Bu yüzden, paletimizi genişletmek için Napoli ve çevresine gittik.”


Roma mekanları arasında ünlü İspanyol Merdivenleri, Marcello Tiyatrosu, Venezia Meydanı ve Grand Plaza Oteli bulunuyor.
Solo, Kuryakin ve Gaby, Vinciguerra çiftiyle yakınlaşmak için burada kalırlar.
Napoli’de, ekip, Fonderia’nın yeraltı dövme demir tünellerini Vinciguerra çiftinin adasındaki zindanlar olarak kullandı.
Burası kendi yeraltı laboratuarıyla nükleer bir fizikçiyi saklamak için ideal bir yer olabilirdi.
Napoli Körfezi’ndeki, İmparator Neron için inşa edildiğine inanılan Baja Kalesi’nin de etkileyici dış görünümü de mekanın dış cephesini oluşturdu.  
“Mimari trendlere kıyafetler ve ürünler kadar hızlı yanıt vermez; dolayısıyla, setlerimizin mimari yelpazesi çok daha geniş” diyen Scholl, o dönemde var olmuş olabilecek çeşitli yapılar kullandığını sözlerine ekliyor: “Dönem vitrinler, grafikler, tenteler, posterler, kapılar, mobilyalar ve madeni eşyalar gibi ince ayrıntılarla çağrıştırıldı.”

Birleşik Krallık hem gerçek mekanları hem de Leavesden’daki Warner Bros. Stüdyoları’nda inşa edilmiş setlerle Doğu Almanya’nın yerine geçti. Bu mekanlardan biri de platoda yaratılan ünlü Çarli Kontrol Noktası’ydı. Güneydoğu Londra’daki Greenwich Deniz Harp Okulu’nun bazı kısımları ve Kent’teki Chatham Limanı, bilgisayarda büyük ölçüde genişletilerek, filmin başlangıcındaki kovalamacada Berlin Duvarı’yla birlikte kullanıldı. Bu sayede, tasarım ekibi hedefledikleri güvenli görünümü kontrollü bir ortamda çekim yapmanın getirdiği esneklik ve rahatlıkla elde etme imkanı buldular.
Batı Sussex’teki tarihi Goodwood Circuit hipodromu da Alexander Vinciguerra’nın filosunu gösterip hava attığı bir İtalyan mekanına dönüştürüldü.


Stüdyo platoları birçok farklı türde seti barındırdı: Roma otelinin iç mekanları; Victoria’nın zarif, köşeli, İtalyan neo-faşist tarzındaki şirket merkezi ve tutsak Udo Teller’in çalışmaya zorlandığı yeraltı laboratuarı.
Gerek tasarım gerek tehlikeli sahneler ve efektler açısından en karmaşık sekans maceranın zirveye ulaştığı, Vinciguerra adasındaki kovalamacaydı.
Bu sekansta çeşitli mekanların bir kolajı kullanıldı: Surrey’de bir kırsal alan olan Hankley Common; Napoli’deki Miseno tünelleri ve Baia Kalesi; Roma’nın dışındaki yollar ve Galler’in batı sahillerindeki Aberystwyth.
Ünlü görüntü yönetmeni John Mathieson film boyunca Ritchie’yle yakın bir çalışma içine girerek, bir ışıklandırma şeması yarattı.
Wigram bu şemayı şöyle tanımlıyor: “Hem o dönemi anımsatıyor hem de modern bir enerjiye sahip. John’ın çekimlerini planlayışı, yarattığı atmosfer… kesinlikle olağanüstü bir iş çıkardı.”




İŞLER PİS BİR HAL ALABİLİR

Aksiyon “U.N.C.L.E.” hikaye örgüsünün ayrılmaz bir parçası ve Ritchie’nin taviz vermediği bir öğe.
“Oyuncular istisnai ölçüde çok çalıştılar” diyor yönetmen ve ekliyor: “Hepsi aksiyona fiziksel olarak dahildiler. Bu genellikle iniş çıkışlı bir arenadır: Silahla ateş edersiniz, oraya buraya savrulursunuz. Sporcu olmak zorundasınız çünkü zor bir günde sekiz saat boyunca hareket halindesinizdir.”

The Man from U.N.C.L.E.'daki aksiyon sekansları dublör koordinatörü Paul Jennings ile özel efektler amiri Dominic Tuohy’nin birlikte çalışarak yönetmenin perdeye yeni bir şey getirme talimatını hayata geçirmesini gerektirdi.
Oyuncuları yumruk dövüşü, silahlı çatışmalar, motosikletli ve arabalı kovalamacalar, patlamalar ve daha birçok tehlikeli sahne için eğitmekten sorumlu olan Jennings şunları söylüyor: “Aksiyon sahnelerinin karakterler hakkında da bazı şeyler anlatmasını istedik. Guy organik sinemacılığı seviyor. Çemberin dışında düşünüyor ve size de aynısını yapma özgürlüğü tanıyor. Bir Guy Ritchie filminde cüretkar olmalı ve içgüdülerinizle hareket etmelisiniz. İşler ilk seferinde pek yolunda gitmese de, Guy buna aldırmaz; denemeniz onu memnun eder.”

Bu durumda, gerek Henry Cavill, gerek Armie Hammer denemeye fazlasıyla istekliydiler ve tehlikeli sahnelerin olabildiğince fazlasını kendileri üstlenip, ellerinden geleni ortaya koyma kararlılığı gösterdiler.


Cavill, “Amacımız mükemmel dublörlerimizin ellerinden bir şey almak değildi. Onlar çok fena bazı darbeler aldılar ve inanılmaz şeyler başardılar” diyor ve hemen ekliyor: “Ama hem Armie hem ben çok fiziksel oyuncularız ve aksiyona dahil olmayı seviyoruz. Burada çok büyük bazı aksiyon sekansları var. İlk duyduğumda bunların bilgisayarda yapılacağını varsaymıştım ama sonunda bunları geniş kamerayla kendimiz yaptık.”

Berlin’de Silahlı Çatışma

Hikaye bir silah sesiyle başlar –buna kırılan cam ve yanık lastik eşlik eder.
Yeni tanışmış olan Gaby ve Solo klasik bir Wartburg sedanın içinde, Doğu Berlin’in karanlık caddelerinde Kuryakin’in Trabant’ından kaçmaya çalışmaktadırlar.
Amaçları Solo’nun diğer taraftaki bağlantısıyla buluşmaktır.

Tuohy, “Guy bunu bir bale gibi hayal etti” diyor ve ekliyor: “Her iki aracıda görünmez bir sürücü için modifiye ettik: yani, Wartburg’un üstüne monte edilmiş bir sürücü mahalli, Trabant’ın da önde aşağıda bir sürücü mahalli var. Bu sayede oyuncular arabaların içindeyken ve aksiyona tamamen dahilken, dublör sürücüler araçları son sürat giderken bile manevra yaptırabiliyorlardı. Ayrıca, arkada onları takip eden bir aracımız daha vardı.”

Tuohy açıklamalarını şöyle sürdürüyor: “Köşelerden sert dönüşler yaparken iki arabayı birbirine yakın tutmak istedik. Bu yüzden, arabalardan birini aşırı hafif olacak şekilde ayarlayıp, özel bir düzenekle ikisini birbirine bağladık. Daha sonra, yeşil perde ortamında, hidrolik bir döner platform inşa ettik ki iki arabayı bir araya koyup öne arkaya hareket ettirebilelim. Böylece, hem iki arabayı burun buruna ilerliyormuş gibi göstermeyi hem de bağımsız şekilde hareket edebilmelerini ya da 360 derece spin atmalarını sağlamayı başardık.”


Yapım ekibi olabildiğince gerçek efektlerden yararlandı.
Tuohy bunu şöyle örneklendiriyor: “Araçlara monte ettiğimiz dublör sürücü mahalleri kare dışında bırakıldı. Böylece kamera izleyicinin karede göreceği şeyi görüntüledi ki tüm teçhizatı daha sonra bilgisayarla silmek zorunda kalmayalım.”

Aynı zamanda, Richard Bain’in yönetimindeki görsel efektler diğer uygulamalarda muazzam katkı sağladılar; örneğin, kovalamacanın çekildiği Greenwich Deniz Harp Okulu ve Chatham Limanı’nın caddelerinde Doğu Berlin’e dönüştürülmesinde.
“Greenwich en değerli hazinelerimizden biri ve orada bir kovalamaca sahnelemek başlı başına özeldi. Caddeleri eşsiz ve yeri doldurulamaz olduğu için dokuya zarar vermemek en büyük zorluğu teşkil etti. Gördüğünüz kaldırım kesitleri gerçek değil. Yer yer zemine taş döşedik ki üzerinden araba geçirdiğimizde alttaki yola zarar vermesin” diyor Tuohy.

Tekne Gezisi

“Guy’ın yapmak istediği şeylerden biri bir geminin üzerine kamyon indirmek ve Solo kaptan köşkündeyken kamyonun gemiyi batırışının komedi unsurlarıyla oynamaktı” diyor Tuohy.
Bu, daha geniş bir sahnenin bir parçasıydı.
Söz konusu sahnede, Vinciguerra fabrikasındaki bir gece çatışmasının ardından, iki ajanın bir gemi dolusu suikastçiden kurtulması gerekmektedir.
Dublör koordinatörü Jennings, “Liman kovalamacasında, Armie’nin çok fazla kaptanlık yapması gerekti. Deneme için onu gemiye ötürdüğümüzde, doğal bir yeteneği olduğunu gördük. Bu da bize onu gemiye kaptanlık ederken görüntüleme özgürlüğü tanıdı. Bir oyuncuyu böyle bir konuma koyup, başa çıkabildiğini görmek harika” diyor.


Tuohy’nin ekibi için ise, sahnenin lojistiği daha karmaşıktı.
“Belirli bir yükseklikten bir gemiye hareket halinde bir şey indirmek istediğinizde, gemi fiziken öne itiliyor. Bu yüzden, tam istediğimiz noktaya inmesi için özel düzenekli hafif bir kamyon tasarladık.
Bir diğer sorun büyük ve fiberglastan yapılmış geminin batması için 30 tonluk bir ağırlığın altında kalmasıydı –ki buna imkanları yoktu. Ayrıca, geminin batmasını bekleyecek zamanları da yoktu. Bu yüzden, gemiyi bir arada tutan contaları yerinden çıkarmak için küçük patlayıcılar kullanarak suyun içeri akın etmesini sağladılar. Bu sırada, altındaki hidrolik bir mahmuz gemiyi yaklaşık 10 saniyede aşağı çekti; böylece Cavill tek seferde hem sahnenin gerektirdiği kahramanlıkları hem de mizahı hayata geçirme olanağı buldu.

Vinciguerra Arazisinde Araba Yarışı

Vinciguerra çiftinin adasında gerçekleşen bu heyecanlı takipte önemli olan her şey birden bire ve dinamik bir şekilde devreye girer, insanlar önlerine gelen her türlü taşıttan yararlanırlar ve her yeni sürpriz güç dengesini değiştirir.
Kahramanların taşıtları arasında 1960 model bir motosiklet, suya düşen modifiye bir Land Rover ve kükreyen, Ritchie’nin haklı olarak “bir canavar” dediği, özel yapım dört çekerli bir ATV bulunuyor.


 “Elbette Rock Crawler (Kaya Tırmanıcısı) pek o dönem taşıtı değildi ama bunun yoluma çıkmasına izin veremezdim, o yüzden kendi Crawler’ımı imal ettim” diyor yönetmen.
Araç tam da isminin hakkını vererek yaklaşık 90 derecelik bir açıyla tepelere tırmandıktan sonra bir gölün yüzeyinde 90 metre kayarak ilerliyor.
“Şimdi onunla ne yapacağımdan pek emin değilim. İki metre eni var.”

Yönetmen benzersiz ve çetin bir arazi arıyordu.
Bunun sonucu olarak ortaya çoklu mekanların karışımından oluşan bir sekans çıktı.
Ritchie bunu şöyle açıklıyor: “İtalya’da başladık, bir tünelden geçip dağ yamacından tırmandıktan sonra hâlâ İtalya’daydık; sonra Galler’de bir çekim yaptık; sonrasında Hankley Commons’a gittik; karışıma biraz da Northshire kattık. Gitmediğimiz yer kalmadı ama sonunda gerçekten farklı bir şey elde ettiğimizi düşünüyorum.”

Rock Crawler’ın direksiyonundaki Solo, aksiyon gelişirken pratik zekasını ortaya koyar.
Alexander Vinciguerra’nın Land Rover’ının yolda onu kolayca geride bırakabileceğini bildiği için, makiler, tepeler, orman, çamur ve çakıllar arasından kendi yolunu açıp, Vinciguerra’nın önünü kesmeye çalışır.
Bu arada Kuryakin de eşzamanlı gerçekleşen aksiyon sekanslarında 1960 model bir motosikletle farklı bir yoldan ilerler.
Araç binilemez hâle geldiğinde ise yaratıcı ajan motosiklet için farklı bir kullanım bulur.


Hammer, sahneye hazırlanırken pek de endişeli değildi.
Çocukken ilk arazi motosikletini aldığından beri motosiklete binme meraklısı olan aktör, kendini yeterli görüyordu.
Fakat dublör koordinatörü asistanı Lee Morrison başlangıçta aynı şekilde düşünmedi.
Hammer bunu şöyle anlatıyor: “Büyük bir çim araziye gittik ve Lee, ‘Tamam, nasıl bindiğini görmek için küçük bir değerlendirme yapacağım. Oraya çık, bir dönüş yap, sekiz çiz ve sonra o konilerin arasından geçip dur’ dedi. Ben de, ‘Sorun değil, kolay olacak’ diye düşündüm. Tüm dediklerini yapıp geri geldiğimde, ‘Bu da neydi böyle? Seleye böyle mi oturuyorsun? Dirsekler öyle tutulur mu?’ dedi. Bana doğrularını öğretti ve açıkçası motosiklet binişimi geliştirdi. Bu benim için harika bir şeydi; özellikle de o klasik motosiklete binmek. Teknolojik olarak 50 yıl geride olduğu için ağır ve hantaldı.”

Ağır ve hantal olabilir ama Hollywood tarihinin ağırlığını taşıyordu. Hammer’ın bindiği motosiklet sınırlı sayıda üretilmiş bir Métisse Desert Racer’dı ve Oxfordshire’daki ünlü Métisse atölyesinde, Mark III modelinin tıpatıp bir kopyası olarak yapıldı.
Mark III modeli aktör Steve McQueen ve Bud Ekins tarafından 60’larda tasarlanmıştı.

The Man from U.N.C.L.E.'ın klasik araçları arasında bir de 1960 Hiller UH12E4 helikopter bulunuyordu.
Aynı helikopter daha önce bir başka casus filminde de başrol oynamıştı –bu, deneyimli sinemacıları James Bond hayranı çocuklara dönüştürmeye yeterli bir bilgiydi.
Wigram mutlulukla şunu söylüyor: “Filmimizde Pussy Galore’nin  ‘Goldfinger’daki helikopteri var. Bunun ne kadar heyecan verici olduğunu anlatamam!” Hava taşıtı, ayrıca, diziye de gönderme yapıyor çünkü Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in televizyon henüz konsept aşamasında olduğu sırada fikirleriyle katkı verdiği biliniyor.



ADAMI ADAM YAPAN KIYAFETLERDİR… VE KADINI DA

Ödüllü kostüm tasarımcısı Joanna Johnston’ın çalışması yapım tasarımcısı Scholl’un ve setlerinin atmosferiyle uyumluydu.
“Berlin’de, baskın olan görsel betondu. Her şey soğuk, sert ve oldukça kasvetliydi” diyen Johnston, şöyle devam ediyor: “Hikaye Batı Berlin’e geçince emprime ve desenlerin girişiyle biraz daha canlılık geliyor ama renk paleti hâlâ soğuk. Sonra, İtalya’da, renkler sıcak ve son derece sofistike oluyor.”

1950’lerin savaş sonrası melankolisinden kültürel olarak kurtuluşu Johnston’a ilham veren şey oldu.
Tasarımcı dönemin moda dergileri aracılığıyla o yılları araştırdı.
Bu konuda şunları söylüyor: “Renk her şeydi. Sanattan modaya ve müziğe, birçok alanda fazlasıyla radikal ve maceraperest bir dönemdi. Bana en çarpıcı gelen şey o yılların tasarım özgürlüğü; fotoğraflarda, modellerde, stillerde, kısacası her şeyde bu özgürlük ışıldıyor.”

Ritchie’yle uyumlu olarak, Johnston da bir dönem filmini bozabilecek türde klişe aşırılıklardan kaçınıp, “daha incelikli ve özgün ama yine de ışıltılı ve zarif” şeyleri tercih etti; “hani şu insanların ne yaparlarsa yapsınlar güzel göründükleri filmleri hatırlarsınız ya, onlar gibi.”


Hammer, Kuyakin’in kişiliğini oturtmasında kostümlerinin katkısını şöyle açıklıyor: “Kostüm gibi gelmediler. Sadece kıyafet gibi geldiler çünkü hiçbir zaman aşırı değillerdi.”
Gerçekten de, Kuryakin, iki ajan arasında mütevazı olandı.
Bunun kısmen nedeninin Hammer şakayla karışık şöyle açıklıyor: “Sovyet bütçesine tâbiydi.”

Johnston Rus ajanın gardırobunu sade ve rahat-seksi olarak düzenledi. Bu konuda, “Dolabı alt üst ayrı parçalardan, süet ve fitilli kadife ceketler, kumaş pantolonlar ve elbette boğazlı kazaklardan oluşuyor. Boğazlı kazaklar televizyon dizisinden aldığım tek öğeydi çünkü konuştuğum herkesin sözünü ettiği ilk şey oydu.”

Solo’da durum ise bambaşkaydı. “Solo bir bakıma kendini yeniden icat etti. Bu yüzden, daha enine boyuna düşünülmüş bir yaklaşımın uygun olacağına karar verdim” diyor Johnston  ve ekliyor: “Saville Row’dan özel dikim takımlar ve el yapımı ayakkabılar giyiyor ve tam bir centilmen gibi görünüyor. Henry’nin tüm kıyafetlerini ünlü İngiliz terzi Timothy Everest’e diktirdim. Solo görünüşüyle caka satmaya meraklı; son derece pahalı, gösterişli ve şık giyiniyor.”

Cavill buna kesinlikle katılıyor: “Kıyafetlerim en muhteşem kumaşlardan yapıldı. Onları giyer giymez kendimi Napoleon Solo gibi hissediyorum.”


Başrol aktrisler için tasarım yapmak renk paletini daha da zenginleştirdi. Alicia Vikander’ın karakteri Gaby, başlangıçta iş tulumları içinde bir erkek fatma olarak karşımıza çıksa da, şık kıyafetlere hızlı ve kolay bir şekilde geçiyor.
Cıvıl cıvıl stili Johnston’ın tasviriyle, “taze soluklu, genç, sade ve masum ama her an her şeyi yapabileceği hissini de yaratıyor.”

“Birkaç kez provaya geldim. Harikaydı çünkü karaktere bürünmenin harika bir yoluydu. Ayrıca, Joanna sürece dahil olmama izin verdi” diyor Vikander ve ekliyor: “Resimler ve fikirlerle ruh hali tahtaları getirdi. Bunlar olunca hayal gücünüzün ve fantezilerin uçup gitmesine izin vermek kolay. Sırtı açık inanılmaz bir elbise gördüm ve hoşuma gitti. Bir sonraki gidişimde elbise oradaydı.”

Johnston, Elizabeth Debicki’nin soğuk Victoria’sında, Solo’dan izler gördü. “Victoria’nın bireysel tarzı düşünce biçimi ve uygulama ve imaj yansıması açısından Solo’nunkiyle uyuşuyor. Görünümünde bolca dramayı seviyor. O bir yılan ve insanları kendi inine çekmek istiyor.”

Debicki, Victoria’nın çarpıcı siyah-beyaz çizgisinin, son derece seçkin ve çarpıcı görünümü konusunda tasarımcıyla birlikte çalışmaktan mutluluk duyduğunu dile getiriyor: “Victoria’nın kıyafetleri 60’ların modasının en güzel yönlerini yansıtıyor. Pahalı mücevher ve kemerlere çok meraklı çünkü çok varlıklı. Sınır tanımaması gerektiğini hissettik. Ayrıca, kötü kadın olmak istediğin her şeyi yapabilirsin demek.”


TAARRUZA ÖNDERLİK ETMEK

“Müzik filmin çok önemli ve temel bir parçasıydı” diyen Ritchie, şöyle devam ediyor: “Bazen, belli sahnelerde, müziğin taarruzu yönetmesi, aksiyonun ise ona itaat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Yetenekli, genç bir besteci olan Daniel Pemberton’la ilk kez çalıştık ve ortaya çıkan sonuçtan çok memnunum.”

Pemberton için bu başka hiçbir şeye benzemeyen bir deneyimdi.
“Guy’ın başlıca isteği her şeyin sade ve akılda kalıcı olmasıydı” diyen besteci ve ekliyor: “Her bir müzik parçasının benzersiz olmasını, tek başına güçlü bir tema içermesini ve bunların yanı sıra bir film müziğinin aksiyonu vurgulama ve pekiştirme anlamında yapması gerekenleri başarmasını istedi. Dolayısıyla, işim oldukça zor ama aynı zamanda da kendi adıma müthiş ve çok heyecan vericiydi, çünkü sınırları çok ama çok zorlama ve bir besteci olarak normalde fırsat bulamadığınız şekilde cüretkar olma fırsatı buldum.”

Bunu belki de en iyi örneklendiren şey Vinciguerra mülküne yapılan baskın.
Burada geniş çaplı, aksiyon yüklü sekansta o kadar çok şey aynı anda oluyor ki Ritchie bunun bir kısmını altta müzikle ekranı karelere bölerek veriyor.
Pemberton şöyle devam ediyor: “Genellikle ya hiç diyalog yok ya da çok az var. Hatırlıyorum da o sırada ben, Guy ve kurgucusu James Herbert oturmuş izleyicilerin daha önce dinlediklerinden farklı bir şeyi nasıl yapacağımızı düşünüyorduk. Aklımıza saldırının yoğunluğunu yansıtan, anarşik ve çoklu ritimli bir parça denemek geldi. Kaosa gidiyor, kontrolden çıkıyor ama bir şekilde kendini toplayıp, aksiyonla birlikte yükselip düşüyor. Bu, en gurur duyduğum parçalardan biri.”

Pemberton filmin müzikal bütünlüğünü korumak için günümüzün canlılığını ve sofistikeliğini 60’ların tadıyla birleştirmeye çalıştı.
 İlk adım kayıt stüdyosuydu: filmin müziği Abbey Road’daki Studio 2’de kaydedildi.
Burası en sıradan müzikseverlerin bile bildiği, Beatles’ın albümlerini kaydettiği yerdi.

Tematik olarak, diyor Pemberton, “Farklı, minimal bir yaklaşım benimsedik. Bunun müzikal olarak anlamı, daha azını kullanmak ama büyük bir orkestra parçasının etkisine sahip olacak şekilde yazmak ve üretmekti.”

Teknik anlamda, Abbey Road stüdyosu dönem teçhizatları açısından bir hazineydi ve bestecinin elde etmek istediği özel sound’u sağlama potansiyeline sahipti.
Başarılı bir kazı yapmış bir arkeoloğun coşkusuyla, “Orada 60’lardan beri duran ve elimize geçirebildiğimiz her aleti kullandık” diyen besteci şöyle devam ediyor: “Kasetli makineler, eski masalar, hatta binanın eko odasını kullandık. Bu oda dijital, hatta analog teçhizattan önce eko yarattıkları yerdi. Fayans kaplı bir odaya mikrofon koyardınız ve orada bir kolon olurdu; müziği çalardınız ve odadaki ekoyu kaydederdiniz. Klasik çembalolardan eski baslara ve gitarlara, harika bazı dönem enstrümanlarından yararlandık; ve Sam Okell’le çalıştık. Kendisi stüdyonun 1960’lardaki dehasıdır. Tüm ekipmanları bilir ve yıllar boyunca mix yapmış ve Beatles’ın yeni mastılarının mühendisliğini gerçekleştirmiştir.

Besteci, “Bunların hepsi belirgin bir sound yaratma sürecinin parçasıydı. Belki de bunu tasvir etmenin en iyi yolu şu: Yeni bir sound yaratmak için zaman içinde yolculuk yapmamız gerektiğiydi” diyerek sözlerini noktalıyor.

Besteciyle benzer duygular ifade eden Wigram ise şunları söylüyor: “Günümüzün teknolojisini kullanarak o dönemi yeniden yaratabilmek çok güzel –esasen, her iki dünyanın en iyi yanlarını. Guy de ben de dönem filmlerini seviyoruz çünkü bize izleyicilere yükselmiş bir hassasiyet yaratabilme ama yine de izleyicinin şüpheciliğini kırma deneyimi sağladığını hissediyoruz. Ucunda bir gerçekçilik hissi olduğunda, biraz abartıya kaçabilirsiniz.”

 “U.N.C.L.E”ı beyaz perdeye taşımak için kafasında fikirlerin oluşmaya başladığı anı hatırlayan Ritchie sözlerini şöyle noktalıyor: “Bir yönetmen olarak, bir projeye yaklaştığınızda yaratıcı anlamda pek çok şeyi düşünüyorsunuz. İlişkiler, dinamikler ve anlatım; tüm bunlar heyecan verici sorular. Bu filmde, klasik bir konsepti ve dönemi çağdaş ama eğlendirici biçimde hayata geçirmenin zorluğu da vardı; bununla neler yapabileceğimizi izlerken çok eğlendik.”


Filmin mmknmrtb notu : 3 / 5