7.7.14

The Rover :: Kardeşime ne yaptın?!


Anladığımız kadarıyla- önce, dünyayı ayakta tutan ekonomik sistem çökmüş, sonra da demokrasileriyle övünen bütün ülkeler -on yıl içinde- tam anlamıyla anarşiye teslim olmuşlardır..

Öykümüzün geçtiği 'mekân' olan Avustralya'nın kırsalındaki durum -etkisi pek hissedilmeyen askeri bir idareye rağmen- bundan farklı değildir..

Yasaların geçerli olmadığı, ölümün kol gezdiği, 'insan hayatı' değerinin yerlerde süründüğü, ilk sözü de, son sözü de silahların söylediği, daha büyük silahlının, daha güçlünün ya da daha hızlının -bir süre daha- hayatta kalabildiği, berbat bir dünya..

Herkes, diğerleri açısından bir potansiyel suçludur..

Malını kaptırmamak, canını kaybetmemek için uyanık olmaktan başka çare yoktur..

En azından güvenebileceği birileriyle sırt sırta vererek hayatta kalmaya çalışmak, bu alemde tek geçerli taktiktir..

Çalışacak iş de kalmamıştır burada..
Bölgedeki bir madenden falan bahsedilir ama, nedir ne değildir, o da belli değildir..




Adam öldürmenin -değil hesabını sormak- hesabının bile tutulmadığı bu dünyada, hırsızlığın, soygunun lafı mı olur?.
Parasız, pulsuz ve çulsuzun, karnını doyurmak için tek geçim kaynağıdır soygun..

İşte, gençten bir adam olan Rey (Robert Pattinson) ile ağbisi Henry'nin (Scoot McNairy) 'kaveden' iki-üç arkadaşıyla birlikte oluşturdukları çete de bu yolun yolcusudur..

Ancak son çıktıkları 'yolda' işler sarpa sarmış; Rey oğlan, ağır bir biçimde yaralanmıştır..
Ağbi ve çete arkadaşları -ister istemez- onu oracıkta ve kanlar içinde bırakarak kaçmışlar; kaçarken de, Eric (Guy Pearce) denen bir belaya çatmışlardır..




Siz bana bakmayın, Eric'in öyle belalı bi tarafı falan yoktur aslında..
Can havliyle kaçmakta olan 'Henry Çetesi', bu sırada yaptıklarıyla resmen kaşınmıştır.. o ne yapsın..

İlk bakışta, kendi halinde bir adam izlenimi veren Eric -başına ne geldiyse artık- bir mekânda kukumav kuşu gibi düşünüp durduğu sırada, bizim çete de mekânın önünden geçmektedir..
Yalnız biraz tuhaf bir geçiştir bu; az önce kaza yapmış pikap, ters dönmüş vaziyette yani tekerlekleri havada kaymaktadır yolda..

Arabadan çıkan, hafiften yıpranmış çete üyeleri, vasıta değiştirmeye karar verirler ve Eric ağbimizin park halindeki arabasına el koyarak, hızla vınlarlar..




Bu duruma gösterdiği tepkiden, arabasını her şeyden, hatta canından bile çok sevdiğine tanık olduğumuz Eric, çetenin terk ettiği pikabı kullanarak, son hızla ve son hırsla onların peşine öylesine bi düşer ki onu çıktığı bu yoldan çevirebilecek babayiğidi ben etrafta göremiyorum..

Bi ara öndekilerin izini kaybeden Eric'in, çetenin kaderine terk ettiği yaralı eleman Rey ile karşılaşması, sevgili arabasına kavuşma şansını yeniden arttırır..

Hem böylelikle orta yaşlı kahramanımız, çıktığı bu maceralı yolculukta kendisine, gençten bir 'yoldaş' da bulmuş gibidir..

Zekâsında hafif durgunluk, konuşmasında da tutukluk tespit ettiğimiz, 'Suç çetesi' kavramına tamamen zıt karakterde, 'masum ruhlu' bir oğlan olan Rey ile hedefine kitlenmiş vaziyette hareket eden, alabildiğine sert ve kızgın Eric'in, sonu muamma bu yolculuğu için buyrun sinemalara..




Kardeş Kardeşi Vururcasına Hazin ve Umutsuz

Suç işlemeyi adeta bir gelenek gibi benimsemiş bir ailenin -yediden yetmişe- tüm fertlerine ve onlarla yakından 'ilgilenen' polislere sert ve de acımasız bir bakışla yaklaşan Animal Kingdom (2010) gibi bir şaheserle tanıştığım senarist-yönetmen David Michôd, 'çarpıcı final' geleneğini sürdürdüğü The Rover'la yine mükemmel bir iş çıkarmış..

Yaşanmış o kıyametin ne olduğu, neden olduğu ya da etki alanı hakkında bize bilgi vermeyi gerek görmez film..
İyi ki de öyle yapar ve minimalist özelliğini, kısıtlı gücünü bölmeden, konsantre olur meselesine.. 
Direkt olarak, böylesine olumsuz bir etkiye, ülkenin ücra bir yerinde yaşayan, daha doğrusu yaşamaya çalışan küçük insanların göstereceği tepkiye odaklanır..




Film Avustralya'nın, toza ve kire bulanmış çölümsü kırsalında anlatır, küçük öyküsünü..
Yaşanan büyük felaketin izlerini görmemiz de sadece orasıyla sınırlıdır; büyük şehirlerin akıbetini, ülkenin ya da dünyanın genel halini falan hep zihnimizde canlandırmak zorunda kalırız..

İletişimin tamamen koptuğu, insanlar arasındaki tek geçerli dilin şiddet olduğu bu ortamın tozuna toprağına barutun dumanı, bedenin kanı karışmaz mı, karışır elbet..
Unutmayalım ki, kaybedecek bir şeyi kalmayan birilerinin ödemeye hazır olduğu bedel, şaşırtıcı büyüklükte olabilir..

Gerçek bir kâbusu andıran, bir nevi post-apokaliptik atmosferini, olağanüstü görüntülerle peliküle kazıyan film, bu -lanet olası- zamanın ruhunu, kullandığı -oldukça özgün- ses ve müzik seçkisiyle daha da güçlendirerek, tam anlamıyla duyumsamamızı sağlar..




Guy Pearce'in 'inanılmaz' diye nitelendirilebilecek oyunculuğuna, adeta bir başka 'frekans'tan yanıt veren Robert Pattinson'ın performansı, işte bu meşum atmosferi ete kemiğe büründüren en önemli unsur oluyor..

Yalnız dikkat!. Pattinson'dan ziyade Edward Cullen hayranı olan kızlarımıza göre değil bu yapım; zira, o yakışıklı adamı böyle bir filmde, hem de böylesine bir rolde görmek, onlara hiç de iyi gelmeyecektir.. Benden söylemesi..

Her film yazısında bu denli teknik ayrıntıya girmem; lâkin, tüm sessizliğine karşın, resmen haykıran fotograflar elde etmiş görüntü yönetmeni Bayan Natasha Braier'e de ayrıca saygılarımı sunuyorum..

Her geçen dakika daha da güçlenen, gözümüzde daha da büyüyen film, finalde patlattığı harika bir sürprizle de adeta 'Yüksek Kalite' damgasını kendi böğrüne basarak nihayete eriyor..




Bu öyle bir sürpriz ki önce bi gülümsetiyor insanı istemsizce, sevginin gücünü anımsatıyor sonra, bir umut ışığı parlayıp sönüyor sanki ve hemen akabinde de kimsesizliğin, çaresizliğin, sevgisizliğin ve -en beteri de- umutsuzluğun karanlığı çöküyor üzerimize..

Ve ardından.. kıraç toprağa inen ilk kürek darbesiyle kararan perdeye eşlik ediyor ruhumuz; çaresiziz alabildiğine!.

The Rover / Takip

Yönetmen: David Michôd
Senaryo: David Michôd, Joel Edgerton (story)
Oyuncular: Guy Pearce, Robert Pattinson, Scoot McNairy
Yapım: 2014, ABD - Avustralya, 103'

  /10