İkinci Gün İçin Buradan
Çorum'daki bu son günümüzün sabahına dünden daha da erken uyanarak başladık..
Bizi önce, yukarıda da
bahsettiğim mükellef kahvaltının verileceği Katipler
Konağı'na götürdüler..
Abdülhamit döneminden
kalma bu pek zarif ahşap konağın bahçesindeki masalardan
birine çöktüğümde, karşımdaki diğer masada
da Vali Bey konumlanmış, etrafındakilere Çorum'la ilgili
yapılması gerekenlere dair görüşlerini anlatıyordu..
Benim derdim ise hem daha başka, hem
de daha büyüktü..
Zaten üzeri silme kahvaltılıklarla
dolu masaya ara vermeden servis edilen sıcak ve nefis börekleri,
haşhaşlı çörekleri, simitleri, keteleri, helvaları,
peynirleri, zeytinleri, kaymakları, balları, reçelleri ve
daha neler neleri yiyebilmek için sadece bir adet midenin
yetersiz kalacağını anladığımda gözlerim dolu dolu
olmuştu..
Yiyemeyerek arkamda bıraktığım onca
yiyeceğin ağlama sesleri kulağımda, tarihi konağı şöyle
bi dolaştıktan sonra -hiç istemeden de olsa- mekânı terk eyledim..
Bugünkü doğa yürüyüşü
için artık hazırdım..
Yalakyayla-Akpınar parkurunun
başlangıç yerine geldiğimde, dünkü kalabalıktan
eser yoktu..
Bizim 'bayan' yazarların tamamı başta olmak üzere
misafirlerin büyük bir kesimini oluşturan 'hımbıl milli
takımı' yürümeyi reddetmiş; araçlara doluşup
İskilip'i gezmeyi ve oradaki Çatalkara Kültür ve
Sanatevi'nde sergi dolaşmayı tercih etmişlerdi..
Oysa ben, sonunda tek başıma da kalacak olsam, hatta yolda, kanımı son damlasına kadar emme ihtimalleri olan dev kenelerle de karşılaşsam, bu parkuru başarıyla tamamlamaya ve üç gündür
yediklerimin, içtiklerimin hakkını vermeye kararlıydım..
Sırf onlara inat olsun diye giydiğim,
her türden kene saldırılarına açık vaziyetteki kapri
pantolonumla, 'anti-keneci' yazarlarımızı şaşırtmak pek
hoşuma gitmişti..
Lâkin, vakit gelip de yeşil
sahaya indiğimde -şöyle hafiften- tırsmadım da değil hani..
Katipler Konağı |
Bu seferki yürüyüş
parkuru on bir kilometre uzunluğundaydı ve dünkünden daha
zorlu olmasına karşın, çok daha zevkliydi..
Bu parkurda yürümek,
İstanbul'da haftanın iki üç günü katettiğim
-aynı uzunluktaki- Kızıltoprak/ Fenerbahçe/ Caddebostan
şeridinde gidip gelmeye pek benzemiyordu..
Daha çok ormanlık olan yolun
büyük bir kısmını oluşturan, dibi belirsiz çok
derin yarların hemen kenarından başlayan bu daracık patikalar,
yüz yıldır peşimi bırakmayan şu kahrolası yükseklik
korkumu sınamak için birebirdi..
Ayrıca, yol boyunca önümüze
çıkan koyun ve sığır sürüleri, çobanlar
ve de çoban köpekleri ile 'yolkesen' dereler, bu
yürüyüşün heyecanını arttıran diğer
unsurlardı..
İskilip'in Dolması
Misafirliğin Kısası Makbuldür
Nihayet yolun sonundaki Akpınar köyüne
vardığımızda, başta köy muhtarı olmak
üzere köylüler tarafından sevgi gösterileriyle karşılandık..
Bizzat ben, muhtar ve ihtiyar
heyetinden, bu şirin köyün sorunlarını en kalbi duyargalarımla dinledim..
Kışın çok
yağan karın etkisiyle çöken damların ve duvarların
üstesinden -şu günlerde en çok ihtiyaç
duyduğumuz şey olan- milli birlik ve de beraberlikle
gelebileceğimizi, kendilerine hassaten bildirdim..
Bu sözlerim üzerine beni yeni
kaymakamları sanmalarına hiç ses çıkarmadım..
Hoş, gerçek kaymakam olsam da
olmasam da, kendileri için pek bi şeylerin fark etmeyeceğini
onlar da gayet iyi biliyordu..
Bu arada, önüne çıkan ak
sakallı ya da ilginç kıyafetli yaşlıları ve şirin köy
çocuklarını -tek bir fire dahi vermeden- yakalayan, onları
evirip çevirerek pozlar verdirten fotoğrafçı mangası
da ayrı bir acayiplikti ya neyse..
O değil de, genciyle, yaşlısıyla poz vermeye ne de meraklı milletiz yahu..
(Gerçi, amatör
fotografçılık hobimin zirve yaptığı o tıfıl
zamanlarımda benim de böyle saçmalıklar yapmışlığım
vardır.. Hatta bir keresinde, 'artistik' poz verdirmeye çalıştığım
kör bir dilenciyi öyle çileden çıkarmıştım
ki adamın gözleri resmen açılmış ve beni epeyi bi kovalamıştı.)
Bizim 'atletik' grup da İskilip'e
götürülmüş, Çatalkara Kültür ve
Sanat Evi'ndeki Bedri Rahmi Eyüboğlu Sürekli Sergisi ile
ilçe merkezi şöyle bi gezdirilmiş; sıra, günün
son bombasına gelmişti: Seyirtepe'de İskilip Dolması..
İskilip Dolması mühim..
Pişirilmesi, servisi bir nevi ritüel
gerektiren bir yemek..
Üç günde yediklerimin,
içtiklerimin haddi hesabı yok; ama bunlarla ilgili hiçbir
şey anlatmadığımın da farkındayım..
Sonradan da olsa gastronotluğumun gereğini
yaparak, bu yemeğin -tarifini değilse de- yapılış tekniğini
biraz anlatayım diyorum.. ha ne dersiniz?.
Bu soruyla izin isteyip, böylece kibarlığımı da gösterdikten sonra yanıtınızı bile beklemeden, ben devam ediyorum..
Öncelikle belirteyim ki bunun dolmayla ya da sarmayla hiçbir ilgisi yok..
'Malzemeler kocaman kazanlara
doldurulduğu için bu ad verilmiş olabilir' deyu bir tahminde
bulunarak, bu konuyu fazla eşelemeden, kapatıyorum..
Kazanın en altına, kemikli olarak
parçalanmış etler yerleştirilir..
Buraya oturtulan sacayak
üzerine bir tepsi, onun da üzerine iki torba pirinç
konur..
Evet yanlış duymadınız, içi
pirinçle dolu iki kocaman bez torba..
Sonra, kenarında bir delik bulunan
kazanın kapağı kapatılır; kapağın kenarları da hava almayacak
şekilde hamurla bi güzel sıvanır..
Kapağın üstüne bir ağırlık
da konduktan sonra, dolmamız 12 saat boyunca ve hafif odun ateşinde
pişmeye bırakılır.. (Evet evet! Yine yanlış duymadınız, pişme
süresi on iki saat)
Kapağı sıkı sıkı kapalı, üstteki
delikten de sürekli buhar çıkaran bu sisteme, 'düdüklü
tencerenin atası' da diyebiliriz..
Yemek piştikten, kazan da, tam 12 saat
yutkunarak bekleyen ahalinin önünde 'törenle'
açıldıktan sonra, 'pilav üstü et' biçiminde
servis edilir..
Afiyet olsun..
(Bu yazı dizisi -hesapta- üç bölüm olacaktı ama -bir Numan Serteli klasiği olarak- laf uzadıkça uzadı.. Ama gelecek bölüm acayip heyecanlı, gerilimli ve korku dolu olacak, şimdiden sizi uyarayım.)
Gelecek Yazı: Sezon Finali