16.6.12

Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu :: Üçüncü Gün



İkinci Gün İçin Buradan

Çorum'daki bu son günümüzün sabahına dünden daha da erken uyanarak başladık..

Bizi önce, yukarıda da bahsettiğim mükellef kahvaltının verileceği Katipler Konağı'na götürdüler..

Abdülhamit döneminden kalma bu pek zarif ahşap konağın bahçesindeki masalardan birine çöktüğümde, karşımdaki diğer masada da Vali Bey konumlanmış, etrafındakilere Çorum'la ilgili yapılması gerekenlere dair görüşlerini anlatıyordu..

Benim derdim ise hem daha başka, hem de daha büyüktü..
Zaten üzeri silme kahvaltılıklarla dolu masaya ara vermeden servis edilen sıcak ve nefis börekleri, haşhaşlı çörekleri, simitleri, keteleri, helvaları, peynirleri, zeytinleri, kaymakları, balları, reçelleri ve daha neler neleri yiyebilmek için sadece bir adet midenin yetersiz kalacağını anladığımda gözlerim dolu dolu olmuştu..

Vali Bey Denetimde

Yiyemeyerek arkamda bıraktığım onca yiyeceğin ağlama sesleri kulağımda, tarihi konağı şöyle bi dolaştıktan sonra -hiç istemeden de olsa- mekânı terk eyledim..

Bugünkü doğa yürüyüşü için artık hazırdım..

Yalakyayla-Akpınar parkurunun başlangıç yerine geldiğimde, dünkü kalabalıktan eser yoktu..

Bizim 'bayan' yazarların tamamı başta olmak üzere misafirlerin büyük bir kesimini oluşturan 'hımbıl milli takımı' yürümeyi reddetmiş; araçlara doluşup İskilip'i gezmeyi ve oradaki Çatalkara Kültür ve Sanatevi'nde sergi dolaşmayı tercih etmişlerdi..


Bedri Rahmi'nin gelini Hughette ile kaynatanlar

Oysa ben, sonunda tek başıma da kalacak olsam, hatta yolda, kanımı son damlasına kadar emme ihtimalleri olan dev kenelerle de karşılaşsam, bu parkuru başarıyla tamamlamaya ve üç gündür yediklerimin, içtiklerimin hakkını vermeye kararlıydım..

Sırf onlara inat olsun diye giydiğim, her türden kene saldırılarına açık vaziyetteki kapri pantolonumla, 'anti-keneci' yazarlarımızı şaşırtmak pek hoşuma gitmişti..
Lâkin, vakit gelip de yeşil sahaya indiğimde -şöyle hafiften- tırsmadım da değil hani..


Katipler Konağı

Bu seferki yürüyüş parkuru on bir kilometre uzunluğundaydı ve dünkünden daha zorlu olmasına karşın, çok daha zevkliydi..

Bu parkurda yürümek, İstanbul'da haftanın iki üç günü katettiğim -aynı uzunluktaki- Kızıltoprak/ Fenerbahçe/ Caddebostan şeridinde gidip gelmeye pek benzemiyordu..

Daha çok ormanlık olan yolun büyük bir kısmını oluşturan, dibi belirsiz çok derin yarların hemen kenarından başlayan bu daracık patikalar, yüz yıldır peşimi bırakmayan şu kahrolası yükseklik korkumu sınamak için birebirdi..

Ayrıca, yol boyunca önümüze çıkan koyun ve sığır sürüleri, çobanlar ve de çoban köpekleri ile 'yolkesen' dereler, bu yürüyüşün heyecanını arttıran diğer unsurlardı..


Sevgili dostlarımız

İskilip'in Dolması Misafirliğin Kısası Makbuldür

Nihayet yolun sonundaki Akpınar köyüne vardığımızda, başta köy muhtarı olmak üzere köylüler tarafından sevgi gösterileriyle karşılandık..

Bizzat ben, muhtar ve ihtiyar heyetinden, bu şirin köyün sorunlarını en kalbi duyargalarımla dinledim..
Kışın çok yağan karın etkisiyle çöken damların ve duvarların üstesinden -şu günlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey olan- milli birlik ve de beraberlikle gelebileceğimizi, kendilerine hassaten bildirdim..

Bu sözlerim üzerine beni yeni kaymakamları sanmalarına hiç ses çıkarmadım..
Hoş, gerçek kaymakam olsam da olmasam da, kendileri için pek bi şeylerin fark etmeyeceğini onlar da gayet iyi biliyordu..

Bu arada, önüne çıkan ak sakallı ya da ilginç kıyafetli yaşlıları ve şirin köy çocuklarını -tek bir fire dahi vermeden- yakalayan, onları evirip çevirerek pozlar verdirten fotoğrafçı mangası da ayrı bir acayiplikti ya neyse..




O değil de, genciyle, yaşlısıyla poz vermeye ne de meraklı milletiz yahu..

(Gerçi, amatör fotografçılık hobimin zirve yaptığı o tıfıl zamanlarımda benim de böyle saçmalıklar yapmışlığım vardır.. Hatta bir keresinde, 'artistik' poz verdirmeye çalıştığım kör bir dilenciyi öyle çileden çıkarmıştım ki adamın gözleri resmen açılmış ve beni epeyi bi kovalamıştı.)

Bizim 'atletik' grup da İskilip'e götürülmüş, Çatalkara Kültür ve Sanat Evi'ndeki Bedri Rahmi Eyüboğlu Sürekli Sergisi ile ilçe merkezi şöyle bi gezdirilmiş; sıra, günün son bombasına gelmişti: Seyirtepe'de İskilip Dolması..

İskilip Dolması mühim..
Pişirilmesi, servisi bir nevi ritüel gerektiren bir yemek..

Üç günde yediklerimin, içtiklerimin haddi hesabı yok; ama bunlarla ilgili hiçbir şey anlatmadığımın da farkındayım..
Sonradan da olsa gastronotluğumun gereğini yaparak, bu yemeğin -tarifini değilse de- yapılış tekniğini biraz anlatayım diyorum.. ha ne dersiniz?.

Bu soruyla izin isteyip, böylece kibarlığımı da gösterdikten sonra yanıtınızı bile beklemeden, ben devam ediyorum..




Öncelikle belirteyim ki bunun dolmayla ya da sarmayla hiçbir ilgisi yok..
'Malzemeler kocaman kazanlara doldurulduğu için bu ad verilmiş olabilir' deyu bir tahminde bulunarak, bu konuyu fazla eşelemeden, kapatıyorum..

Kazanın en altına, kemikli olarak parçalanmış etler yerleştirilir..
Buraya oturtulan sacayak üzerine bir tepsi, onun da üzerine iki torba pirinç konur..
Evet yanlış duymadınız, içi pirinçle dolu iki kocaman bez torba..

Sonra, kenarında bir delik bulunan kazanın kapağı kapatılır; kapağın kenarları da hava almayacak şekilde hamurla bi güzel sıvanır..
Kapağın üstüne bir ağırlık da konduktan sonra, dolmamız 12 saat boyunca ve hafif odun ateşinde pişmeye bırakılır.. (Evet evet! Yine yanlış duymadınız, pişme süresi on iki saat)

Kapağı sıkı sıkı kapalı, üstteki delikten de sürekli buhar çıkaran bu sisteme, 'düdüklü tencerenin atası' da diyebiliriz..

Yemek piştikten, kazan da, tam 12 saat yutkunarak bekleyen ahalinin önünde 'törenle' açıldıktan sonra, 'pilav üstü et' biçiminde servis edilir.. 
Afiyet olsun..


(Bu yazı dizisi -hesapta- üç bölüm olacaktı ama -bir Numan Serteli klasiği olarak- laf uzadıkça uzadı.. Ama gelecek bölüm acayip heyecanlı, gerilimli ve korku dolu olacak, şimdiden sizi uyarayım.)


Gelecek Yazı: Sezon Finali