18.6.12

Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu 'Sezon Finali'


Üçüncü Gün için buradan

İskilip'in seyir terasında İskilip Dolması'nı -bi güzel- götürdükten, yanında da adet olduğu üzre, Şehriye Çorbası, Sirke Salatası (sirkeli cacık) ve Un Helvası'nı yuvarladıktan sonra, çaylarımızı dahi yudumladık..

Artık -ne yazık ki- ayrılma zamanı da gelip çatmıştı..

İstanbul uçağına binmek üzere Çorum'dan Ankara'ya otobüsle yollanmadan önce, bizi en iyi şekilde ağırlamak için üç gün boyunca adeta çırpınan ev sahiplerimizle -teşekkürle karışık- vedalaştık..

Ne şartlarda olursa olsun, her veda hüzün içerdiğinden, midevi açıdan elbette pek mutlu, ama kalbi yönden gayet buruk bir biçimde yola revan olduk..

Gayet rahat bir otobüs yolculuğuyla Ankara'ya vardık belki ama, İstanbul uçağımızın kalkışına daha çok zaman vardı.. ki ben diyeyim sekiz, siz deyin on saat!.




Rötarla birlikte iyice uzayan bu süreyi tam olarak hatırlamıyorum; sanırım o geceyi unutmak için kendimi şartlandırma işini iyi becermiş olmalıyım..

Keşke ama keşke, o otobüs bizi direkt İstanbul'a götüreydi..

Esenboğa'da, adeta birer 'Saatlerce Oturan Boğa'ya döndüğümüz bu durum, üç günlük bu etkinliğin tek hayâl kırıklığı, hatta yeniden hatırlamaktan bile kaçındığım kâbusu oluyordu..

O değil de, daha otobüsteyken gördüğüm o 'gerçek' kâbus, yoksa bu yakın geleceği mi işaret ediyordu..
Bu hususta pek emin değilim, ancak kesinlikle emin olduğum bir şey varsa, o da bol miktarda mideye indirdiğim İskilip Dolması'nın, fazlasıyla etkisi altındaydım..

Kâbus da resmen karabasandı yani..
Ölmüş ve Sırat Köprüsü'nün başına -yorgun argın- gelmiştim..

Bir dudağı yerde, öteki dudağı gökte, konuşurken ağzı şapırdayan korkunç bir Zebani -Deli Dumrul misali- köprünün başını tutmuş, bana geçemiyeceğimi söylüyordu..
Ben de bu allahın delisine derdimi anlatmaya çalışıyordum: “Arkadaşım, bu Galata Köprüsü değil ki Sırat Köprüsü..
Daha hiç denemeden, geçemiyeceğimi nereden biliyorsun?.
Hem, en azından bir kez olsun geçmeyi denemek, herkese verilmiş bir hak değil mi?”

Bir nevi Gulyabani görünümlü Zebani, bunun üzerine, kendisinden hiç de beklenmeyecek bir akıllılık ve nezaketle beni yanıtladı: “Bilader sen yanlış anladın..
Geçemezsin derken, başaramazsın anlamında değil, deneyemezsin anlamındaydı..
Hakkın baki ve o hakkını da kullanacaksın; amma, şimdi değil..
Çünkü üç gündür -çok afedersin ama- ayı gibi yedin, içtin..
Bu nedenle, Yalakyayla-Akpınar parkurunu bir kez daha yürümen şart görünüyor.”

Haydaa.. Hoppala paşam, malkara keşan!

Artık nasıl bir beladan kopup gelmişsem şu Sırat Köprüsü'nün başına, zaten burnumdan soluyorum..
Değil on kilometre yürümek, ayakta duracak kadar bile halim yok..

Bir Zebani'ye baktım, bir de önümde uzanan, kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat'a ve verdim kendi kendime gazı: “Koş Numan koş, bu yaratık deliyse, sen ondan da delisin, KOŞ!”

Öyle bi fırladım ki köprüye doğru, orada olsaydı eğer Usain Bolt bile gerimde kalırdı..
O koca Zebani, kıpırdıyamadı bile..


Sırat Köprüsü ve Huriler (Temsili)

Bir hamlede Sırat'ın diğer ucuna vardığımda, 'öteki' dünyalar güzeli beş adet Huri'nin, gülümseyerek beni karşıladığını gördüm..

Cennet'i artık garantilediğimi anlamış, iyice gevşemiştim..

Etrafımı neşeyle saran, 'bir içim su' niteliğindeki kızlara tamamen kendimi teslim etmiştim ki, beni hep birlikte tutarak kolayca havaya kaldırıverdiler..
Havada ve kendi eksenim etrafında şöyle bir tur attırdıktan sonra da, altta fokur fokur kaynayan, zift kıvamındaki sıvıya fırlatıp attılar..

Ter içinde uyandım..