19.3.09

Gran Torino :: Arabasını seven kovboyun son macerası


Walt Kowalski (Clint Eastwood), yıllardır kendisinin cefasını çekmiş sevgili karısını yeni kaybedince, yaşlı köpeği Daisy ile yalnız kalakalmış, Kore Savaşı gazisi bir adamdır..

Ford‘un otomobil üretim bölümünden emekli, iki oğlundan torun torba sahibi bu adam -her yerdeki ve devirdeki benzerleri gibi- idealize ettiği kendi gençlik zamanlarından çok farklı anlayışa sahip gördüğü 'yozlaşmış' çocuklarından, torunlarından ve bahçelerine bakım dahi yapmayan 'yabancı' mahalle halkından, kısacası, tüm ahir zamandan şikayetçi; kızgın bi şekilde homurdanarak, ortalıkta dolaşıp durmaktadır..

Beyaz Amerikalıların zaman içinde terk ettiği ve Güneydoğu Asya'dan göçmüş Hmong'larca adeta işgal edilen bir mahallede, kapısında Amerikan Bayrağı dalgalanan evinin verandasında kutu kutu bira içerek, çevresinde kaynayan 'çekikgözlüleri' pisliğe bakarcasına izleyen Walt, -ömrünün şu son günlerinde- bu kırılması asla mümkün olamayacak 'işgale' karşı, kahramanca bir direnişin ham hayaliyle oyalanmayı tercih etmiş gibidir..

Bay Kowalski'nin hemen yanındaki eve yeni taşınan, büyükanne, anne ve biri kız, iki genç çocuktan oluşan bir Hmong ailesi, yabancı düşmanlığını hiç gizlemeyen bu adamın hayatının son evresinde, önemli bir yere sahip olacak gibi görünmektedir..




Bu yeni komşuların, içe kapanık ve kendine güvensiz oğulları Thao (Bee Vang), bölgede faaliyet gösteren ve kendi ırkdaşlarından oluşan bir çete tarafından rahatsız edilmekte, onlara katılması için baskı görmektedir..
Baskı, alenen zorlamaya döndüğünde Thao'nun pek bir seçeneği kalmaz; erkekliğini kanıtlamak üzere, ‘insani’ vaziyetiyle alay eden bu ‘hayvani’ serserilere -gönülsüz de olsa- katılır..

Oğlanın önünde şimdi, kendini diğerlerine kanıtlaması için, becermesi gereken küçük bir iş vardır: Walt Kowalski'nin, bir zamanlar Ford fabrikasında bizzat montajında hazır bulunduğu ve onlarca yıldır da gözü gibi baktığı otomobilini, Gran Torino'yu araklamak..

İhtiyar Walt, sevgili arabasını öyle kolayca kaptıracak biri değildir; Thao, arabayı çalmayı başaramadığı gibi, komşusunun silahından son anda kurtulmuş, yüzünü de göstermeden olay yerinden kaçmayı başarmıştır..
Ancak çete, hem bu başarısızlığı cezalandırmak, hem de yeni ama gönülsüz elemanlarını iyice korkutmak için, evine baskın yaparlar; ki karşılarında komşu Walt'ı ve Kore Savaşı'ndan kalma tüfeğini bulurlar..
Huysuz ihtiyarın derdi, komşunun çocuğunu kötü adamlardan kurtarmak değil, o sırada kendi bahçesinin sınırına tecavüz etmiş çekikgözlülere haddini bildirmektir..




Ancak Walt Kowalski, gerçeğin farkında olmayan komşularının ve bir mahalle dolusu Hmong’un gözünde, artık tam bir kahramandır; adeta kafileler halinde ziyarete gelen insanlar, adamın evini -adetleri uyarınca- yanlarında getirdikleri binbir çeşit yiyecek ve çiçeklerle donatırlar..

Anne ve abla Sue (Ahney Her), Thao’nun, bu huysuz ama ‘kahraman’ adamın arabasını çalmaya kalkıştığını öğrenince çok üzülür ve utanırlar; kendini affettirebilmesi için de çocuğu, emrinde çalışmak üzere, adamın evine gönderirler..

Dinle, imanla arası pek iyi görünmeyen Walt’ın, -ölmüş karısının son arzusunu yerine getirmek üzre- defalarca evine gelip günah çıkarmasını tavsiye eden mahalle kilisesinin 'tüysüz' papazını (Christopher Carley) bile evine sokmadığını düşünürsek; her zamanki, insanları küçümseyen tavrını takınıp da 'kurbağa' olarak hitap ettiği, üstelik arabasına göz koymuş bu oğlanı, yanına almayı kabul etmesini de bekleyemeyiz her halde..

Yine de Walt, ailenin bitmeyen ısrarları karşısında daha fazla direnemez ve çocuğu, mahallenin hep gözüne batan, bakımsız kalmış evlerinin onarımlarıyla filan görevlendirir..

Thao’nun canla başla çalışmasından ve (Aşırı çekingenliğine sinir olsa da.) efendiliğinden gittikçe etkilenen Bay Kowalski, abla Sue'nun kendisine olan sıcak ilgisi ve dostluğunun da katkılarıyla, komşuları hakkında var olan peşin hükümlerinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlayacaktır..




Arada bir coşan öksürük nöbetleri sırasında ağzından gelen kanla belirti gösteren amansız bir hastalığın pençesinde olduğunu anladığımız yaşlı adam, yıllardır yaşadıkları ülkenin dilini, sadece çocuklarının öğrenip de uyum gösterdiği, bu Hmong insanlarını tanıdıkça, onlarla arasında, kendi ailesiyle bile oluşturamadığı bazı ortak heyecanların varlığını keşfeder..
Özel olarak da, çocuklarıyla zamanında yaşayamadığı baba-oğul ilişkisini, Thao ile yaşamanın ve onu, işinde-gücünde bir 'erkek' olarak eğitmenin hazzını da hisseder..

Öteki dünyayı bilemiyorum ama bu dünyada da, filmimizde de, insana öyle her istediğini rahatça yapabileceği imkan pek tanınmaz sayın seyirciler: Bütün bu olumlu gelişmeler sırasında, 'baş belası' çete de boş durmamaktadır ki; Thao ile ablasını ve dolayısıyla da Walt’ı rahatsız etmeye devam ederler..
Bu verilen rahatsızlığın dozu arttıkça, ne yazık ki olaylar, nihai ama sert sonuçlara doğru hızla yol almaktadır..




Clint Eastwood denince

Clint Eastwood denince gözümün önüne, çocukluk zamanımın biricik oyun alanları olan boş arsalarda bulduğumuz -kelle ziyafetlerinden arta kalmış- koyun çene kemiklerinden mamul tabancalarla ‘dekmancılık’ oynayışımızın ve bu aktivitenin yegane sebeplerinden biri olan, o en karizmatik, en yakışıklı kovboyun görüntüleri gelmeyecek de ne gelecek?.

Kendisini, Spaghetti Western'lerin kovboyu olarak tanıyıp benimsemiştim, çaresiz, hep de öyle kalacak belleğimde; hem de, kırk yıldan beri, sayısı otuzu bulmuş değişik türde filmin yönetmenliğini başarıyla yaptığını bildiğim halde..

Bu en son filminde, Ford'un 72 model Gran Torino marka arabasını -atı misali- evinin önüne bağlamış, yalnız, yaşlı ve aksi bir kovboy gibi etrafına pis pis bakarak lanet okuyan, yetmedi, muhatabının suratına tükürürcesine yere tüküren ya da ellerini tabanca şekline sokup pow'layan, yine de kesmezse, yumruk sallayıp, silahına davranan Walt Kowalski rolündeki Eastwood, sanki o çok eski günlerden kalma, alışkın ama yorgun bir rüzgarı estirmekte..




Hepimiz icabında ecnebiyiz

Kendi yaşantımızdan da çok iyi biliriz: Hiç tanımadığımız hatta ilk kez gördüğümüz insanlar hakkında bile rahatça bir sürü yargıda bulunur, o kişiyi mahkum dahi edebiliriz..
Tamam, anlıyorum; siz bu denli önyargılı biri değilsinizdir, lakin böyle davranış gösteren bir tanıdığınıza illaki rastlamışsınızdır, öyle değil mi?.

İşte, ırkçılık bir yana, 'yabancı düşmanlığı' denen kavram -büyük bir oranda- tam da bunu kapsamaktadır..
Yabancı düşmanlığımız, karşımızdakilerin, yabancı bir ülkenin ya da ırkın insanları olmasından, yani birer ecnebi olmalarından kaynaklanmıyor; sadece birer insan olarak, bizzat bize olan yabancılıklarından, yani henüz tanışmamışlığımızdan -ya da tanışmak istemememizden- kaynaklanıyor..

Yine günlük hayatımıza bakarsak; siz hiç, ilk bakışta, soğukluklarıyla birbirlerini iten kişilerin, en fazla yarım saatlik bir sohbet sonrası, canciğer kuzu sarması olduklarına tanık olmadınız mı?.

Göreceli olarak eski Amerikalı Walt Kowalski'nin, komşularına yönelik düşmanca tavrı, 'daha yeni' Amerikalı bu insanların çekik gözlü, yani oldukça farklı olmalarından belli bir ivme kazanmış olsa dahi; büyük oranda muhatap olmamanın, tanışıp konuşmamanın bir ürünü..
Zaten Gran Torino, süresinin bir kısmında, bu basit, önemli ve beynelmilel sorunu ortaya koyuyor; süresinin diğer kısmında da yine gayet basitçe bulduğu çözümü, Bay Kowalski'nin, hem komşular, hem de 'genç peder' ile ilişkileri üzerinden açıkça gösteriyor..




Gran Torino'nun -benim açımdan- en mühim tespitlerinden biri de, bize, toplum içindeki insan ilişkilerinin ve iletişiminin tamamen rol yapmaktan ibaret olduğu gerçeğini hatırlatmasıydı: Walt'ın, küçük dostu Thao'ya hayatı öğretirken, İtalyan kökenli berberiyle yıllardır her karşılaştığında yaptığı; samimi ama küfür, alay ve hakaret dolu, şu 'erkek' konuşmalarından bahsediyorum efendim..
Sadece rol yapmaktan ibaret olan bu konuşma şeklini öğretmek için, tıpkı bir film çekilirken yapılan sahne tekrarı gibi, Walt'ın, çocuğun yeniden dükkana girmesini isteyip, hayattaki bundan sonraki rolünün bir repliğini bir kez daha tekrarlatması, bence unutulmazdı..

Clint Eastwood, ‘sürekli kızgın’ halinin birincil nedeni gibi görünen, savaşta bir sürü insanı öldürmüş olmasının vicdan azabından mustarip Kore gazisi Walt Kowalski'nin hikayesini, yani hem oynayıp hem de yönettiği Gran Torino'yu, biçimsel numaralara pek girmeden, rahatça izlenebilecek düzlükte ve sıcak bir üslupla anlatıyor..
Hatta, -finalin finali hariç- hiç bir sürprizin de yer bulmadığı filmin herhangi bir sahnesinde ne göreceğimizi, ondan önceki sahneden kestirmek de pekala mümkün..

Yine de bu 'sade ve rahat' anlatımın, Gran Torino'nun sanatsal değerini azaltmadığını hemen eklemeli; üstelik filmin, hikayesini sonuna kadar merakla izlettiren bir ritmi sürekli muhafaza ettiğini de zikretmeliyim..

 /10



(İş bu yazı Tersninja.com'da yayınlanmıştır)