8.12.09

Sarkis'in Site'si - II: Felsefi Bir Yağmurda Şemsiyesiz Kaldım a.k.a Landlord Adamı Kanser Yapar


50 yıllık sanat hayatının bir özetiyle birlikte, kendi sitesini ya da ülkesini İstanbul Modern'de oluşturmaya çalışan Sarkis, ayrıca, kariyerinde etkisi olduğunu düşündüğü, oldukça farklı filmlerden (Zeki Demirkubuz’un Kader’inden, Fellini’nin ‘Sekiz Buçuk’una kadar.) bir demet yapıp da izleyiciye sunmuş ki özümü en çok serginin bu bölümü ilgilendirdi desem, sanırım yalan olmaz..

Sanatçının kendi sanatsal çalışmalarıyla, bu gösterilen filmler arasında nasıl bir bağ kurduğuna dair hiçbir belge, bilgi ortada bulunmadığı gibi, bu hususta bizzat pek kafa yorduğumu da iddia edecek değilim..
Öte yandan, hazır buraya gelmiş, hemi de bir Tarkovsky filmi bulmuşken, izlemeden çekip gitmenin vicdan azabını kendime yaşatacak kadar aptal da değilimdir..
Ki siz bunu benden daha da iyi bilirsiniz.. Öyle değil mi a dostlar!?

Bu fırsattan istifade ederek, "Büyük Rus yönetmen Andrei Tarkovsky'nin 1979 yılı yapımı Stalker (İz Sürücü)'ini bir kez daha büyülenerek izlerken, felsefi bir sağanağın altında korunaksız kalarak, psychedelic bir deneyim yaşadım" diyeyim de -yüksek müsaadenizle- çok şey anlatır gibi yapmak suretiyle pek de bir şey anlatamayan bir entel doyumuna ulaşayım diyorum..




Daha sonra izlediğim İsrailli yönetmen Amos Gitai’nin 2004 yapımı filmi Promised Land (Vaat Edilmiş Topraklar)'ın tam bir hayal kırıklığı olduğunu da ekleyeyim..
Biraz, Stalker'in hemen peşinden izlemenin verdiği 'yetersizlik' duygusu, biraz da şahsımı Sarkis'in sohbetinden ayrı koması, bu filme yönelik verdiğim olumsuz karnede etkili olmuş olabilir..
Ancak, 'fahişelik yapmak üzere kaçak yollardan İsrail’e getirilen bir grup Estonyalı kadının yaşadıklarını anlatan' Promised Land, 'zorlama' bi gerçekçiliği ve sertliği gözlere sokmaya çalışırken sinema adına hiçbir şey vaat etmemeyi de başarıyor..

Sen misin “Kendinden Bir Şey Bırak” Diyen

Tas içine su, su içine de kurşun dökmeyi beceren Sarkis, yine beyaz tas içine su doldurup, su yüzeyine de fırçayla boya değdirmek suretiyle resim yapamaz mı?.
Hem de âlâsını yapar..




Suluboya teriminin -hem de kağıtsız tarafından- tam hakkını veren bu çalışmaları gösteren bir dizi videoyu Site'nin hemen dışındaki, mekanın 'video bölgesinde' görebilirsiniz..

Sizler orada, hazretin fırçasının dokunuşuyla boyanın suda nasıl yayıldığını ‘hayretle’ izleye dururken; ben de bu olayın en zevkli kısmına geleyim artık..

Kendinden Bir Şey Bırak adı verilmiş, büyüklüğü ortalama bir Tahtakale işportacısınınkinden az biraz hallice bir tezgaha her isteyen ziyaretçi bir şeyler bırakmış.. (Hadi artık.. Buna da sanat demeyelim isterseniz!)
Aklınıza ne gelirse ya da bu işlere meraklı tiplerin elinde, cebinde o anda ne varsa, bu tezgahta yerini almış..

Sizin de bildiğiniz üzre- paraya pula zerre değer vermeyen, lakin malı oldukça da kıymetli biri olarak, üstümde tezgaha bırakacak herhangi bi şey bulamadım maalesef..
Fakat, o anda en çok ihtiyacım olan bir objeyi hemen oradan yürütmek hususunda ise oldukça başarılıydım..



Çok afedersiniz, müzeye girmeden hemen önce yakınlarda bi yerdeki, kuru fasulye yemeğinin şaheserini yapan bir lokantaya dalmış, içinde en fazla bir-iki adet 'yavru kuş başı' büyüklüğünde et parçaları bulunan bir tabak dolusu kurunun hakkından gelmiştim..

(Ki muhterem Landlord hazretleri bu lokantayı ve o muhteşem fasulyeyi pek iyi bilirler ve de sık sık kulağımın dibinde -tüm kibarlığıyla- ünlerler: "Lan Serteli, seninle tanışmamın bana sağladığı tek ve en büyük nimet beni buraya getirmen, şu fani dünyada şöyle bir fasulyenin tadına baktırmandır; gerisi fasa fiso."

Bu gayet özlü sözün benim açımdan iyi mi yoksa kötü mü anlama geldiğini hâlâ düşünür dururum belki ama bir hususta kesin kararımı vermişimdir: "Yer değiştirmişler" gibisinden kaba bir ifade kullanmak istemem, lakin kallavi midesi, mütevazı büyüklükteki beynine en yakın duran insan modelidir sayın Landlord.)

İşte efendim, müzedeki tezgahın başında öylece dikilmiş dururken bünyemi hafiften kıvrandıran şey, o lokantada dişlerimin arasına girerek, benimle birlikte İstanbul Modern'e kadar teşrif etmiş bir et lifi idi..
Onu bulunduğu yerden çıkarıp fırlatma arzusuyla öylesine yanıp tutuşuyordum ki doğrusu vaziyetim dayanılacak gibi değildi..
Tüm müsait parmak ve tırnaklarımı kullanmış, lakin başarılı olamamıştım..

Yanlış aklımda kalmadıysa eğer- üzerinde: "Dikkat Landlord Adamı Kanser Yapar" yazılı bir sigara paketiyle, kıpkırmızı bir rujla yazılmış: "Ben Numan Serteli'yi çok ama çok seviyorum. ....." yazısı okunan pembe bir kağıt parçasının arasında sıkışıvermiş gibi duran şeffaf plastik ambalajlı bir kürdan, neyse ki bir Hızır gibi imdadıma yetişmişti..

Pembe kağıt parçasındaki noktalı kısımda -gayet latif biri olduğunu tahmin ettiğim- bir bayanın adı yazılı olduğunu hemencecik belirteyim efendim.. (Bu ismi açıklamamın pek doğru olmayacağına sizler de katılırsınız sanırım.)

Daha sonra, yani dişimin arasındaki melun life ulaşıp da ondan -kürdan marifetiyle- kurtulduktan sonra, 'Kendinden Bir Şey Bırak' tezgahının etrafında bir tur daha atıp, tam aldığım noktaya kürdanı yeniden bırakıverdim..

Eskisinden farklı olarak, ambalajsız ve hafiften yıpranmış haliyle oldukça değişikliğe uğramış kürdan, ayrıca, ucuna takılı kalmış kim bilir hangi hayvandan yadigar parçayla oldukça tuhaf görünüyordu.. (Burada yazar kendinden değil, çift toynaklı bir hayvandan bahsetmektedir.)




Büyük ihtimal bu davranışımla, bazılarınıza oldukça itici ve iğrenç gelmiş; hatta sizi, defterinizden kendimi sildirtecek bir ruh hali içine bile sokmuş olabilirim.. (Kim bilir.. Belki Deniz Akhan'ın Moleskine Defter’inden de!)

Gerçi Deniz problem değil!. Kendisine müsait bir günde, on dokuz bardak çay ısmarlar ve akabinde yeniden defterine girerim..
Diğer arkadaşları ise tüm şartlanmışlıklardan uzaklaşmış şekilde, bu olayı bir kez daha düşünmeye davet ederim..
(Landlord bu hususta tamamen konu dışı.. Çünkü o ben ne yaparsam yapayım hep saygıyla karşılamış -arkamdan neler karıştırıyor bilemem ama- bir gün bile yüzüme karşı "öff" dememiştir.. Canım benim.. Çok tatlı bi heriftir lan o!)

Evet 'hassas' arkadaşlarım.. Bu nahoş gelişmeyi yeniden düşünür ve kendisine mümkün mertebe serin kanlılıkla yaklaşırsanız eğer -neredeyse yüzde yüz özgünlükteki- bu gayet samimi ve de sanatsal performansımın, serginin genel ruhuyla tamamen örtüştüğünü anlayacaksınızdır..

Bu örtüşme öyle bir düzeydedir ki, o kürdanı cebinden çıkarıp da plastik poşetiyle aynen oraya bırakan ve üstelik bu hareketiyle bi şey de yaptığını sanan zavallıyı yerin dibine sokacak kudrettedir.. (Kendisine şükran borçluyum ki o ayrı.)

Ya da şöyle söyleyeyim: Bu gerçekleştirdiğim yerleştirmenin (Yanlış anlama!. Enstalasyon diyorum.) örneğin Ömer Uluç'un, kullanılmış pis su borularından mamul bir heykelinden daha az estetik olduğunu kim iddia edebilir ki? Ha.. Kim?!